“Denize Dair Hikâyat” üçlemesinin ilk kitabı, bambaşka bir edebiyat ve doğa olayı, Çıracıoğlu’nun aralara lüzumlu lüzumsuz bilgi baloncukları sokuşturmasına rağmen kurduğu atmosferle, kuşlarının denizle sık sık buluştuğu troposferiyle gönüllerde karıncaya su içiren yedi numara bir roman. Camgöz Reis’in etrafına kurulmuş gibi başlasa da aslında Hoyratdeniz’in bir yıllık tarihidir bu, deniz insanlarının masallarıyla süslü. Coğrafyayı biraz eşelemek isterim, bildiğim yerlerin hikâyeleri çünkü. Hoyratdeniz’in Karadeniz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, Reis’in Zonguldak’tan İstanbul’a giden trene binmesi, İstanbul’dan Zonguldak’a haftada bir gelen gemi tamam. 23 Nisan merasimleri için yapılan hazırlıklar 1930’ların havasını yansıtıyor, üç kuruşu bir araya getirmeye çalışan yerlilerin çabaları belli başlı şenliklere yetiyor da para veremeyenler yol yapımında çalışıyor örneğin, Çıracıoğlu bu kadarına değinip geçse de bu çalışmanın zorla yaptırıldığını, çalışmak istemeyenlerin tekme tokat dövüldüğünü, yargılandığını biliyoruz, Mükellefiyet Kanunu denen ucubenin nasıl uygulandığını İrfan Yalçın’ın Ölümün Ağzı nam romanında enine boyuna görebiliyoruz, insanlık suçu. Zonguldak’ta zorla çalıştırılan maden işçilerinin acılarını pek de başarılı olmayan bir şekilde anlatır bu roman ki Yalçın’ın tutturduğu edebi seviyenin düştüğünü görmek şaşırtır ama garipsetmez, bir noktaya odaklanan anlatı o noktanın etrafında dramatik sahneler yaratmaktan ibaretse yüzeysel kalır, karikatür karakterler yaratır, keyif vermez. Başka, Çıracıoğlu karakterlerini Bartın ağzıyla konuşturur, Zonguldak’ta da aynı ağızla konuşan insanlarla tanıştıktan sonra bölgenin yerel niteliğinden biri olduğunu düşünmüştüm bunun, o kadar da yaygın olmadığını sonradan öğrendim. Zonguldak, Bartın, biraz Amasra, azıcık Bolu, o kadar. Dünyagözü adlı kasaba kıyıda, trene yakın, o halde Zonguldak’ın kıyı kasabalarından birindeyiz. Biraz daha yaklaşalım esasa, Ceneviz Kalesi’nden bahsediliyor, o halde Filyos’a yakın bir yerde miyiz, hatta Filyos’ta mıyız acaba? O civardaki tek Ceneviz Kalesi Filyos’ta, jandarmanın 23 Nisan törenlerine bilfiil katılması da düşündürür, Filyos’un tam ortasında minicik bir jandarma karakolu var. Irmağın denize döküldüğü yerden bahsedilir, Filyos’un az ötesinde Filyos Çayı var falan, bu böyle gider de doğanın canlandığı kısımlardan hiçbir şey çıkaramadım, Karadeniz’in kıyılarında doğa hep aynı şekilde coşar çünkü. Çıracıoğlu bir bahar patlamasıyla başladığı romanı aynı patlamanın tekrarıyla bitirir, sahili çiçeklerle, yeşillikleri türlü hayvanla doldurur, sağ baştan bütün canlıları sayar ve sıkar başta, “kümeleme” diyeceğim tekniğe başvurarak arka planı yaratmak için bütün doğayı boca ettiğini düşündürür de niyeti sonradan ortaya çıkınca arıza ortadan kalkar. Hikâyeyi doğanın deviniminden ayırmak istemez Çıracıoğlu, bu yüzden baştaki tasvirleri, devinimleri olay örgüsünün aralarına da yerleştirir, bazen aşırı yerleştirerek akışı kesintiye uğratır ama karakterler, anlatılan hikâyeler öyle güçlüdür ki küçük sapmalar olarak görülür bu, çok da uzaklaştırmaz metinden. Evler öyle geniş geniş yayılmayacaktır anlatıya, en çok göründüğü kısım şu herhalde: “Ve evler… Yüzyıllara meydan okuyan, önceleri berzah düzlüğünde, sonra dar sokakların bitişik düzende dizdiği, Sormagir’in, Zindan’ın ve İçkale’nin insanlarını barındıran küçük çatılar, ilk katlarını tarihi surlardan sökülmüş kare taşların süslediği iki katlı ahşap bey ve taş ağa konakları…” (s. 3) Şöyle, Gölyazı’yı alıp Filyos’un yerine koyun, ortam bu.
Reis her tuhaf karakter gibi bir karakterdir, tuhaflığı özgündür ve kasabalılardan hemen ayrışır. Gözüne taktığı camdan önce gözünü nasıl kaybettiği anlatılır, Bulgar’dan sonra İngiliz’le savaşırken gözüne bir şarapnel gelir, yarı katının nasıl sıvı hale geldiğini anlar. Kadınsızdır Reis, gözü yüzünden kadınların kendisine bakmadığını düşünür, bu kısımda Çıracıoğlu kendini tutamaz ve hikâyeyle ilgili olmayan benzetmelerle Reis’in yalnızlığını kakar kafamıza: “Bir kez olsun aşk kerpeteni kalbini yakalayıp sıkmamıştı. Yangın yerinde küllerin içinden çıkan baba incir piçleri gibi yalnızdı…” (s. 4) Zamanında bir Çepni kızıyla yaşadığı ilişkiyi hatırlar Reis, kızın nasıl dayak yediğini ve ortadan kaybolduğunu acıyla anımsar. Çanakkale’de kaybettiği gözünün yerine başka bir şey taksa o kızdan fazlasını elde edecektir, denizlere açılmayacaktır bir daha, karısının yanında yaşlanacaktır. Babasının eski ekipmanlarla dalıp ölüme vardığını görürüz sonra, Reis bu yüzden denizle bağını koparmak ister. Babası usta bir denizcidir aslında, Reis’le arkadaşlarının etkilendiği deniz aynalarıyla çocukların da kaderlerini çizmiştir, üç arkadaş tepelerde şarap içerler, denize birlikte açılırlar, savaş yollarını ayırsa da yıllar sonra tekrar bir araya gelirler Dünyagözü’nde. Yakınlar, pek has dostlar da mesela şuna ne gerek: “Bir Divan Edebiyatı şiirinin aruz vezni yapısı gibiydiler, birbirinden kopamayan…” (s. 23) Çıracıoğlu o yörenin sözcük haznesinden cımbızla çektiği sözcükleri balyozla çakıp maşrapayla suluyor, yeşertiyor, sonra flamethrower’la mahvediyor ortamı maşallah, şu çıkışları olmasa ne güzel anlatıyor. Göze, akla ara sıra keçiboynuzu. Neyse, İstanbul’a gidip camdan bir göz alır, eksiğini kapamaya çalışır ve şehrin akıl alan güzelliğine azıcık tutulur ama geri dönmeyi başarır, ekmeğini denizin altından çıkarmaya devam eder. Babasının işini sürdürür aslında, eski tip dalgıç kıyafetiyle dalarak hayatını tehlikeye atsa da iki dostuna, Çıkrıkçı ve Hortumcu’ya pek güvenmektedir. Bodur’dan kiraladığı kasnağa da güvenmektedir, o olmasa işini göremez. Son seferinden önce paragöz Bodur’un uzattığı sözleşmeyi imzalar ve kasnağı alıp dalış için hazırlanmaya başlar. 23 Nisan kutlamaları için halktan toplanan paranın önemli bir kısmını Bodur zorla vermiştir, soyup soğana çevirdiği insanlardan edindiği servetten haberdar olanlar sayesinde büyük bir bağış yapmak zorunda kalmıştır, acısını Reis’ten çıkarır. Buradan itibaren Çıracıoğlu’nun mahareti ortaya çıkıyor, metni bozan hiçbir şey yok artık. Reis suyun altında talihsizliğe uğrayıp ölüme yaklaşırken karada yaşayamayacağı her türlü duyguya boğulur, yaş getirir ve Denizler Ecesi’ni seçer tek gözü, bu boğulma kısmı muazzam açıkçası. Doğaüstünün ortaya çıktığı kısımdır aynı zamanda, doğa tasvirlerinin lirizminden ötürü fırlamasını beklediğimiz Pan’ın yerine başka bir varlık, hatta varlıklar çıkar ortaya, Denizler Ecesi bunların kraliçesidir. Ölmek üzere olan denizcilere görünür, kara adamlarıyla münasebeti başkadır, tanrıça benzeri bir şeydir açıkçası. Reis kıyafetine su dolarken Ece’nin yaklaştığını görür ve hayatını kaybeder, mesela ölmeden bir süre önce yukarıdaki koşuşturmayı düşünür, iki dostu hayatını kurtarmak için canla başla çalışıyorlardır muhtemelen, Reis’in sabretmesi yeterlidir ama kurtuluş bir türlü gelmez. Dostları kutlamaların yapıldığı alana koşarlar, askerlere durumu anlatırlar ama herkes devlet büyüğünü beklemektedir, kimse yardıma gelmez. Reis’i sudan çıkarırlar, adli tabip başlığa sıkışan kafayı çıkarmak için yapılacak hiçbir şey olmadığını söyler, adam başlığıyla birlikte gömülür. Romanı Reis’in ölümüyle kabaca ikiye ayırırsak Çıracıoğlu’nun ikinci harikası başlar burada, Çıkrıkçı ve Hortumcu’nun akıllarını yavaş yavaş kaybetmeleri müthiştir. Rüyalar görürler, kendi boğazlarını sıkıp “Yapma lay!” diye haykırırlar, giriştikleri her işte madara olup beş parasız kalırlar, Hızır’dan medet umarak katıldıkları bir ritüeli mahvederler, düşle gerçeği karıştırmaya başlarlar derken kayış iyice kopar. Reis’in mezarını açıp pahalı kasnağı çalmaları sonları olacaktır artık, denize açılıp kasnaktan kurtulduktan sonra gökten yere inen bir nuru takip ederler, şahit oldukları olağanüstülüklerle yaşamaları mümkün değildir. “Arada dengelerini kaybederek yuvarlandılar. Akçaağacın arkasına vardıklarında dizlerinin üzerine çöküverdiler. Olmayan bir hiç görüp öylece kalakaldılar.” (s. 122)
Birkaç eksiği ve fazlası haricinde şahane bir roman, denk gelen okusun.
Cevap yaz