Sırf zaman yolculuğuyla ilgili değil bu metin. Zamanla ilgili bu kadar kapsamlı, oradan oraya atlayan başka bir metin var mıdır, Otonom’dan çıkan Zaman vardır belki. Gerçi öyle teknik bilgiler içerir ki okur mevzuyu takip edebilmek için kaynak kitaplara ihtiyaç duyar, mesela McTaggart’ın zamanın yokluğuyla/olmayışıyla ilgili makalesi kafa yakmış, onulmaz dertlere duçar etmiştir. Olabilir, her şeyi anlamak zorunda değiliz, bu da görkemli bir mağlubiyet olarak hanemize yazılabilir. Sonra Gleick’in bu metnini okursunuz mesela, McTaggart’ın anlatmak istediğini üç paragrafta anlarsınız, yıllanmış gizem çözülür, üzerine zamanla ilgili bir yığın bilgi edinirsiniz ve öğrendiklerinizi sindirmek için havaya, duvara boş boş bakarsınız biraz, öyle bir kitaptır bu. Aynı makalede Wells’in zaman makinesiyle yaptığını çağdaşı Proust’un hafıza makinesiyle yapmasına dair bir şeyler okursunuz, ardından geçmişin nasıl inşa edildiğine dair nörolojik bir bahis başlar, sonra bir zaman paradoksunun katmanlarına inersiniz, konu başlığının varabileceği farklı noktaların kusursuzca birleştiğini görünce Gleick’e hayran olursunuz, “Hay yaşa!” diye ünlersiniz. Olabilir, zamanla ilgili her şeyi anlamak zorunda değiliz ama Gleick astrofizikten tarihe bir koridor sağlar, bol ışıklı yolda yürümek kolaydır, aydınlanmaktan parıl parıl parlarsınız. Her makale zamanın farklı bir niteliğine odaklı, mesela “Makine”ye bakayım. Zaman Gezgini’nin ortaya çıkma hikâyesi. Wells pedallı kayıklarla Thames boyunca gidip gelmeyi sever, bisikletleri de sever, yazmayı zaten sever. Bir gün pedal çevirerek egzersiz yapılabilen sabit bir oturağın reklamını görür, teker döndükçe zaman geçer ama mekan değişmez. Birbiriyle alakasızmış gibi görünen şeyleri tokuşturmaktan çıkan hikâyeler iyi de anlatılmışsa sağlamdır, King diyordu bunu. Wells’in aklına parlak bir fikir gelir, fikrin altını doldurmak için hayal gücünü kullanır ve gerçek bir cismin dört yönde uzanması gerektiğini söyletir Zaman Gezgini’ne, dördüncü yön sürekliliktir. Tam buradan fiziğe dönersek geçtiğimiz yüzyılın başlarındaki büyük değişimin ayak seslerini işitiriz, 1908’de Hermann Minkowski tek başına uzayın ve zamanın gölgeler içinde kaybolmaya mahkum olduğunu, ikisinin birleşiminden bağımsız bir gerçekliğin ortaya çıkacağını söyler. Einstein o sıralarda lise öğrencisidir, Wells’se Minkowski’den önce bu görüşe yer veren romanını çoktan yazmıştır, tabii o evreni açıklamak yerine hikâyesi için makul bir bilimsel zemin oluşturmaya çalışmıştır. Boyutların, uzay-zamanın dünyası çoğu düşünürün aklını kurcalamaya çoktan başlamıştır, Abbott’ın Düzülke‘si ve Hinton’ın Bilimsel Öyküler‘i iki boyutlu dünyalarla ilgili kurgularıyla bu meseleyi çoktan eşelemiştir de dördüncü boyutun niteliğinin değişmesi teorik fiziği de değiştirecektir. Victoria dönemi İngiltere’sinde dördüncü boyut türlü gizemin, görünmez ucubelerin saklandığı bir yer olarak kabul edilirmiş, Wells’le birlikte bu boyut hayalet dünya olmaktan çıkıp zamanla eşlenmiş de Wells’ten önce de düşünen var bunu, Schopenhauer zamanla mekanı birlikte düşünmenin varoluşla doğrudan ilgisi olduğunu ileri sürerek yüz yıl sonra anlam kazanacak bir düşünme biçiminin öncülüğünü üstleniyor resmen. Bu düşüncenin somut örneği o sıralarda ortaya çıkıyor: zamanı ve mekanı gösteren tren diyagramları. Düşünüyorum, treni kuark ölçülerine indirelim, trenin hızını bilirsek yerini, yerini bilirsek hızını bilemeyeceğiz, makroyla mikronun çatışmasını görebilmek için yüz yıldan fazla bir süre beklemek gerekecek, bu çatışmayı gidermek için Her Şeyin Teorisi’ni aramaya başlayacak bilim insanları, sicimlerle ilgili o muazzam teoriyi geliştirecekler. Yavaş gideyim, yazarlığa başladığı sıralarda “The Universe Rigid” adlı bir yazı yazan Wells hemen reddedildi, editör dört boyutlu yapıyı, zamanın değişmemesini anlamamıştı. Wells’e göre bütün fenomenler mantıksal bir şemayla çıkarsanabilir ve anlaşılabilirdi, Poe’nun yıllar önce dediği gibi hiçbir düşünce yok olmaz ve hiçbir eylem sonsuza dek sonuçsuz kalmazdı. Laplace’ın Şeytanı işte, bütün değişkenler bilinirse bir eylemin izi sonsuza dek sürülebilir, parmağımla ittirdim sayısız atomu takip edebilsem yıldıza dönüşeceklerini ispatlayabilirdim. Wells “her şeyi gören bir gözlemci” olarak metninin orta yerine koyar Zaman Gezgini’ni. “Değişmez Evren” fikrinin yılmaz savunucusu bir zaman yolcusu. Wells’in Schopenhauer okumadığını söylüyor Gleick, yazarın dünyanın öbür ucundaki mitlerden de haberi yoktu herhalde. “(…) Örneğin, Hindu destanı Mahabharata’da, Kakudmi adındanki karakter Brahma’yla tanışmak için göğe yükselir ve döndüğünde çağlar geçtiğini, tanıdığı herkesin ölmüş olduğunu görür.” (s. 26) Daniken’e bağlamaya lüzum yok, bağlam bambaşka olsa da yolculuk çağlar öncesinde hayal edilmiştir, tasvirlerine sıra gelecektir artık. İnternette sıklıkla karşımıza çıkan birkaç resimde geleceğin hayalini kuran 19. yüzyıl çizerlerinin görüleri şahane, bir resimde öğrencilerin kafalarına oturtulan başlıkların bağlı olduğu yutağa gözlüklü, profesör tipli biri kitap atmaktadır, öğrenciler, “I know kung fu!” diye haykırmaktadırlar. Fütüristler hızlı makinelerle dolu bir geleceğin peşindedirler, insanlar yeni zaman algılarıyla yeni gelecekler tertip etmeye başlarlar. Bir eşik aşılmıştır.
Wells’in metnine kısmen cılız itirazlarıyla gündeme gelen Israel Zangwell zaman yolculuğunun paradokslarını kamuya ilk kez duyurdu, sonra Bergson geldi ve “yekpare bir zamanın bölünmez akışı”nı dile getirerek işi felsefeye döktü. Fizikçiler zamanı saatlere, dakikalara, saniyelere böldüğünde felsefeyi bir hapishaneye çevirdiler, oysa zaman onu nasıl deneyimlediğimizden ayrılamaz. Zaman ve uzay ayrıdır, zaman bilincin özüdür. Bu bir çatlak, diğer yanda Walter B. Pitkin’in itirazları var. Alanı felsefe ve psikoloji olan Pitkin’e göre zaman makinesi yılları geride bırakırken makineyi kullanan yaşlanmalıdır, zaman belli bir hızla ilerler ve bu hız herkes için, her yerde aynı olmalıdır ve zaman aritmetik kurallarına tabi olmalıdır. Gleick’in yorumu pek hoş: “Gelgelelim, Pitkin, Albert Einstein’ın o sıralar Berlin’de ne şeytanlıklar peşinde olduğundan neredeyse tamamen habersizdi.” (s. 41) Bütün bu savların cevabı verildi de Wells’in makinesi pek az irdelendi, mesela makine zamanda yolculuk ederken Dünya’nın hareket halinde olması herhangi bir faciaya yol açmadı. Kütle çekimle ilgili bir numara var diyelim, bu kez makinenin enerji kaynağına dair bir şey yok da bunların olması da gerekmiyor, Wells sadece zamanın yapısıyla oynama derdinde, makinesinin çalışma biçimini açıklamak veya açıklamamak önemsiz. O kadar bilim ve teknoloji ona yetmişti zaten, 1927’de yazdığı bir yazıda radyonun tırt bir icat olduğundan bahsederek iletişim araçlarının olgunluk dönemine girdiğini iddia etmişti. O zamanların yetkili abileri bu tür görüşler ileri sürdüler, patladıkları malum. Daha fazlasının olabileceğini hayal edenler çıktı, Asimov bile zaman yolculuğunun “teorik olarak bütünüyle imkansız” olduğunu söylese de kurmaca eserleriyle gelecekte olabildiğince yol almıştı. Bu bir döngü, Asimov bilimsel uğraşlarıyla kurgu yazarlığını birleştiren örneklerden biri olarak kendi keşfettiği gerçekliklere metinlerinde yer vermişti, tabii diğer bilim dallarını da yakından takip ediyordu ve öğrendiklerini metinlerine kattı. Arthur C. Clarke’ın Rama için yazdığı önsözdeydi galiba, Voyager 1 ve Voyager 2 olmasa romanları için gerekli bilgilere sahip olamayacağını, bilimin kurguyu ve kurgunun bilimi beslediğini söylüyordu Clarke. Yani Wells kendi zamanının bilgileriyle kuyuya bir taş attı, bilim insanları taşı çıkarmaya çalışmadılar da kuyudan gelen yankılarla zamanda yolculuğu ve paralel evrenleri düşündüler.
Şu kadar yazdım, ikinci bölümün ortasına döke saça anca gelebildim. Toplamda on dört bölüm var, her biri şahane. Kitap toptan şahane, herkes okumalı.
Cevap yaz