“Akçay’a ‘fil mezarlığı’ derler,” dedi abi, annem bozuldu. Ölümden oraya kaçmaktı, annem başlı başına buydu, eylemdi, fiil ve faildi ama: noktalanmıştı, kural gereği virgüllenmişti ve. “Neden?” derken yüzü kararmıştı bir, kalkıp gider diye korktum. “İşte,” dedi abi, güldü, olanın farkında değildi, “filler öleceklerini anlayınca ölenlerinin öldüğü yere gidip beklermiş ya, burası da öyle. Her yıl birkaç yaşlı ölür.” Ölür de annem ölmeye değil, yaşamaya da değil, unutmaya gelecekti oraya, memleketteki evi satıp bir akşam otobüse bindiği, beni de peşinden sürüklediği gibi. Abinin yüzü düştü, kıpırdandı. Abi ve yüz. “Akşamları güzel olur, kadınlar toplanıp yürüyüşe çıkarlar. Hoşunuza gider burası.” Bekledi biraz. “Arkadaşımın evine gidelim isterseniz, bekler. Arkadaşım ve ev.” Son cümleyi ben uydurdum ama bütün bunlar gerçek. Neyse gerçek. Yola çıktık, bahçelerden biri. Balkondan giriliyor, apartmanın girişinden giriliyor, pencereden giriliyor bir ev. Alacağımızı bildiğimden mutfak dolabının üzerine bir dal sigara bıraktım, kıştı, yazın eşyaları yerleştirirken alıp içtim. Mustafakemalpaşa’daki eski evden birkaç eşya getirdik, eşyalar yeni evi hemen eskitti, anda duvarlar hep bildiğimdi. Filler bir kez gitmezler de kezlerce mi giderler ölecekleri yere? Annem her yaz gidiyor, kanserini atlatmadan önce bedeninden hortum sarkıyordu. Ağlıyorum, söylemeye değmedi. Roman iyi, bir şeyi anımsattı da bunlar oldu, yazınca. Bir şeyin olmasıyla bir şeyin olduğunu söylemek arasındaki mesafe.
Roman iyi, bir fille alakalıdır. Fil gibi bir adamla, sandalyesinde oturan, yılda birkaç kez kahkaha atmak dışında sesi soluğu çıkmayan, başını kaldırmayan, kaldırdığında baktığını zor gören, yaşam emaresini zar zor gösteren adam çok yaşlı, elleri ayakları kocaman, bastonuyla vurduğu onmazdı bir daha. Yıllar öncesinin devi yaşlandıktan sonra saygıyı hak ediyor belli ki, 1800’lerin ikinci yarısından sonra yapımında çalıştığı çoğu mimari şaheserin yanında Çin Seddi’nin duvarlarını, ehramları da o dikmiş. İşçidir ve Vittorini’nin önsöz mahiyetindeki yazısında değindiği meseleleri düşünürsek Brecht’in okumuş işçisi bizim Fil’dir, konuşsa. Bir zamanlar günde on tane ekmek yermiş de anca doyarmış, şimdi çalışmıyor ama bir o kadar ekmek yiyor yine, aile besin bulmakta zorlanıyor çünkü ekonomi berbat, işçilerin hali duman, aileden bir tek anlatıcının kardeşi çalışıyor ki bisiklet tamirciliğinden pek bir şey kazanmıyor. Otları toplayıp kaynatıyorlar, anlatıcının annesi sırtına küfeyi aldığı gibi dere tepe dolaşıyor, otları dibe yığıp daha fazla toplamaya uğraşıyor, o sırada denk geldiği anlatıcı bir ağacın altında ekmek yediğine utanıyor ve yardıma koşuyor. Aile üyelerinin dayanışması şart, başka türlü hayatta kalamayacak ve işçi sınıfının muhterem üyesi Fil’i hayatta tutamayacaklar. Hikâyelerini hep anlatıyor anne, çelik çubukları büküp kırarmış, tünelleri en iyi o açarmış da mühendisler yanında çalışsın diye peşinde koşarmış, fil gibi kuvvetliymiş Fil. Yaptıklarının anısını yaşatmak için yaşatıyorlar Fil’i, üvey babanın getirdiği patateslerin verdiği coşku kısa sürse de Fil’i biraz daha yaşatacakları için mutlular, anne her ne kadar çoğu patatesi Fil’in yiyeceğini düşünüp üzülse de. Konuşabilseler biraz daha şefkat gösterebilecekler belki, olmuyor. Bir gün evin yanındaki yolu onaran işçilerden biri, yüzü her zaman kapkara olduğu için “Katransurat” denen adam eve geliyor, işlerinin bittiğini ve vedalaşmak istediğini söylüyor, özellikle ara ara bakıştığı ve göz kırpıştığı Fil’le. Şaşırıyorlar, adamın iletişim kurduğunu hemen hiç görmedikleri için Katransurat’a inanmaya niyetleri yok. Sihir o an, babasının elinin ağır ağır kalktığını gören anne, çocuklar, herkes şaşkınlıkla izliyor, Fil iki parmağıyla adamın yanaklarını okşuyor ve eski haline dönüyor. Katransurat “her şeyi bilen birinin eminliğiyle” olanları izliyor, Fil’in tepkisini önceden kestiriyor sanki. Mühim, mülayim bir insan Katransurat, anlattıklarına baktığımızda bir nevi tanrı diyebiliriz, tanrı değilse ermiştir, ermiş değilse yaşamın sırrına ermiştir belki, Fil’i anlamıştır ve anlamayanlara bir şeyler anlatmak istemektedir. Hikâyenin geri kalanının çoğu bu anlatmaktır, Katransurat herkesi etkisi altına alır, olağanüstü şeyler yapmak için olağanüstü biri olmak gerekmediğini söyler ve kendisini Fil’in haresiyle donatır. Cebinden çıkardığı bir kâğıt parçasının içinden hamsi çıkar mesela, balık yemeyi özlediklerini söyleyenlere hediye. Yemek faslı hindibayla dolarken bir anda tavuklar, balıklar dilden dile, sonra tabaktan tabağa dolaşır. Para da çıkarır Katransurat, anlatıcının üvey babası şaraptan bahsedince cebinden çıkardığı tomarı adama verir, kısa süre sonra bardaklardaki şarap kızıl parlar. Katransurat kendini aileden biriymiş gibi hissettiğini söyler, bu yüzden iyiliği sınırsızdır. En büyük iyiliği Fil’e yapacaktır tabii, aileye saygıyı hep var edecek bir anı bırakacaktır. Anlatıcının annesine göre Fil’dir o işte, Katransurat bu benzetmeyi ilk kez duyduğu zaman aydınlanır, aklındaki hayvanı bir türlü çıkaramadığı için rahatlar. Filler hakkında bahsettiklerini inançla bilim arasındaki koşutluklara bağlar, insanın kutsal bir kitabı okumasına rağmen anlayamayabileceğini ve tek bir cümleyle bütün kutsal kitapları anlayabileceğini söyler, Fil de öyle bir cümledir. Anlamın köküdür Fil, insanın ne olduğudur. Yaşar, çalışır ve günleri geçince kenara çekilir artık, başka bir var oluşa ilerlemek için sonu bekler.
Katransurat çocukluğuna dek geri döner, anlattıklarıyla büyür ve cebinden flütünü çıkarır. Çocukluğundan beri bir hayvan büyücüsü olmak istemiştir ve olmuştur da, Fil’in fille benzerliğini öğrendikten sonra filler için çaldığı bir melodiyi uyandırır, yaşlı adamın yavaş yavaş hayata döndüğünü gördüğü zaman etrafındakileri tekrar şaşırtır. “‘O kadar değişik şeyler olabiliriz ki’, dedi. ‘Her şey olabiliriz, kaplan, köpek, pire, domuz, dağ, ırmak, mantardan küçük bir peri. Ama buradaki teyzemizin de buyurduğu gibi, fil de olabiliriz. İri yarı olmuşuz, ufak tefek olmuşuz, fark etmez. Fil bile olabiliriz, kısacası.’” (s. 98) Flütün sesi yükseldikçe Afrika’daki otların sesi, göllerin kenarında yetişen kamışların hışırtısı karışır havaya, o sırada Fil’in parmaklarıyla tempo tuttuğunu görürüz. Fillerin bilgeliğiyle anlatacaklarını bitirir Katransurat, parmakların hareketine şaşırmamaları gerektiğini söyler çünkü filler bilgedir, balıklar gibidir bir anlamda, ölümlerini bildikleri için en has sırra ermişlerdir, yalnız kalıp tefekküre çekilir gibi ölürler, Fil’in ululuğunu daha iyi ne gösterebilir? “‘Doğrusu çok konuştum,’ dedi. ‘Bilir misiniz, bizim köyde öyle pek konuşmayan birinin birden çenesi açılınca, ölümünün yakın olduğunu söylerler…’” (s. 116) Katransurat da fildir biraz, ilahtır veya basit bir insandır, cebinden çıkardığı para ve hamsi olağanüstü bir nitelik taşımaz belki, zaten cebindedir ikisi de. Bilemeyiz, hikâyenin sonunu da bilemeyeceğiz. Vedalaşırlar, Katransurat gider, zaman geçer ve bir gün Fil’in ağır ağır uzaklaştığını görürler. Tan vaktinden sonradır, adamın tek başına nasıl giyinip yola düştüğünü anlamazlar ama zamanı gelmiştir, öleceği yere doğru son yaşam seyrine başlamıştır. Ne olur, anne çocuklarına güler ve adamın arkalarından gitmelerinin gerekmediğini, işçilerin adamı bulup geri getireceğini söyler. Fil üşütmeden oturduğu sandalyeye çökmeli ve varlığını sürdürmelidir. Katransurat’tan sonra normalliğinin mucizeyle dolu olduğunu düşünürler, belki de aileyi bir arada tutan etkendir Fil.
Vittorini metni yazarken hikâyenin nereye gideceğini bilmediğini söylüyor, o da Fil’e güvenmiş açıkçası. Başka metinlerde de “büyükbaba”nın yer alacağını, adamı çok sevdiğini de söylüyor, diğer kitaplarına bakmak lazım. Tabii o kitaplar tekrar basılmalı. Dedim ve Helikopter’in bastığını gördüm, çok yaşa Helikopter.
Cevap yaz