Bir dünya ödül, onca dergide yazı çizi, farklı türlerde metinler, sonuç: Günel’in çoğu kitabının baskısı yok. Zamanında üç dört tanesini Can basmış, Günel’in daha eski kitaplarıyla birlikte sahaflarda bulabilirsiniz. Nispeten yeni kitaplarından birkaçına ulaşmak kolay olsa da bütün kitapları şöyle derli toplu bir şekilde tekrar basılsa ne güzel olur, büyük bir yazar unutulduğu gibi hatırlansa. Adalet Ağaoğlu’yla girdiği tartışmadan sonra aldığı ödüller varsa da metinlerinin büyük yayınevlerinden çıkmaması, çıkmaya devam etmemesi diyeyim Can’ı düşünürsek, akla ister istemez engellendiğini getiriyor ki Bir Düğün Gecesi‘yle Ses Sese Karşı nam metinleri kıyasladığı yazısını aylar boyunca yayımlatmaya çalışmış, yayımlatamamış Günel. Emin Karaca’nın “Bay Ataç Gocunmasın Hi甑inden çarpıyorum şunları: 1980’in 1 Mayıs’ında Günel bir mektup yazıyor, gönderdiği kitaptan ötürü Ağaoğlu’na teşekkür ediyor ve kitabıyla ilgili bir çalışmaya başladığını söylüyor. İki metni kıyaslayıp bir yazı yazacak, bir anlamda savaş ilanı ama mektuptaki üslup çok kibar, kara bulutları göstermiyor. Ağaoğlu da bir mektup yazıyor ve başka bir metnini de inceleyeceğini söyleyen Günel’e Türk edebiyatının takıldığı noktalardan kurtulması için gösterdiği çaba dolayısıyla teşekkür ediyor. Mektupları okuyanlar birbirlerine saygı duyan iki yazarın takdirlerini samimi bulabilirler, belki Ağaoğlu gerçekten samimi. Sonrası iş daha da garipleşiyor, Günel ortada henüz bir inceleme yokken romanın kazandığı üç ödülden hangisinin, Sedat Simavi’nin seçici kuruluna, yayınevlerine, dergilere mektuplar yazarak malum metnin diğer malum metinden “kopyalandığını” söylüyor ve savaş başlıyor. Ağaoğlu’nun zehir zemberek bir mektubu var, “çamur at izi kalsın” taktiğine başvurduğunu söylediği Günel’e demediğini bırakmıyor Ağaoğlu. Ortada hâlâ bir inceleme yok, daha doğrusu incelemeyi basacak babayiğit bir dergi yok anlaşıldığı kadarıyla. YAZKO Edebiyat, yanlış hatırlamıyorsam Memet Fuat’ın kararıyla yazıyı basıyor, kıyamet kopuyor. Yıllıklar soruşturmalar düzenliyor, dergilerde yazılar çıkıyor, konu bu tartışma. Söylenenlerin bazıları evlere şenlik, Tahsin Yücel malum yazıyı okumadığını, anladığı kadarıyla kopyalama değil de benzerlik olduğunu, kısacası okurların mevzuyu kafaya takmaması gerektiğini söylüyor. Ertuğrul Özkök çıkmış, Huxley’nin romanını okumadığını söyledikten sonra kıyas parçalamış. Ele avuca gelen bir tanecik değerlendirme yok, en doğrusunu Külebi söylüyor, iki romanı da okumadan yorum yapmak doğru değil. Şunu düşünen bir kişi var sadece, kimse, “Bilmiyorum, okumadım,” demiyor. Mesela ben de bilmiyorum, iki romanı da okumadım. Hatta Adalet Ağaoğlu’ndan hiçbir şey okumadım şimdiye dek. Olmaz da hani Ağaoğlu’yla ilgili bir soruşturmaya falan katılırsam biri, “Orada ne demişsin, şimdi ne diyon guntik!” diyerek kulak mememe fiske atabilir. Goy goy bu kadar, Günel’in unutulmasının veya unutturulmasının sebeplerinden biri bu çıngar olabilir, olmayabilir, bilemiyorum. Sonuçta kıymetli metinleri var, okunmalı. Ben Başka Bir Yaz‘ı da okumuştum, şahane bir metindi. Bu roman Günel’in basılan üçüncü metni, birtakım arızaları olsa da gayet okunası.
“Sonrası” ve “Öncesi” nam iki bölümden oluşuyor roman, Sedat’ın Almanya’ya gitmesiyle geride bıraktıklarının yaşamlarına bakacağız bir. Tutunmaya çalışan bir ailenin anlatısı, Sedat’la eşi Elif’in geçmişlerine, çocukluklarına dek gideceğiz ama önce ayrılığın yol açtığı sefalete bakıyoruz. Gecekondu mahallesi, perişan bir ev. Elif insülin iğnesi yapıyor kendine, hazırlık aşamasında geçmişine dair birkaç bilgi kırıntısına rastlıyoruz. Babası Mehmet Bey’in doktor olduğunu öğreniyoruz, Gülay’la Sedat’ın Almanya’ya birlikte gittiklerini öğrenip Gülay’ın kim olduğunu merak ediyoruz, gölgeler tamamen dağıtılmıyor ki sonradan taşlar yerine otursun, yapboz tamamlansın. Hoş bir teknik, okurun merakını tetikliyor. Sade bu da değil, evdeki dört kişi anlatıcılığı sırayla devralıyor ve bir hikâyenin farklı yüzlerini anlatıyor. Alirıza okuldan kaçıp pantolonunu yırtmış, annesinden yiyeceği paparayı düşünüyor, diğer yandan yoksulluğun büktüğü belini babasının yanına giderse düzelteceği için mutlu. Liseyi bitirirse Alirıza’yı yanına alacakmış Sedat, pek alacak gibi durmuyor ve Alirıza da ortadan bırakacak okulu herhalde, babası gibi. Annesini küfür kafir bastırıyor evde, söz söyletmiyor, babaannesini aynı. Kız kardeşine göz açtırmıyor, erkekliği öyle öğrenmiş. Sedat gitmeden önce evdeki hırgürün sonu yoktu, şimdi babaanne terörü yaşanıyor ama soluk aldırmıyorlar kadına, huysuzluğu yüzünden dışlanmış babaanne. Sedat’tan mektup geliyor, kadından saklıyorlar. Gülay’ın da olduğu bir fotoğraf var, ikisi bir arabanın önünde fotoğraf çektirmişler, Alirıza o fotoğrafı annesi üzülür diye saklıyor ama ortaya çıkacak tabii, babaanne mektuba el koyunca hemen komşuya gidiyor ki genç kadın okusun, oğlundan haber versin. Okuma yazması yok kadının, daha da kötüsü kendisiyle ve ailesiyle dalga geçildiğini de anlamıyor. Kadın civar evlerdeki diğer kadınları toplayarak mektubu okumaya başlıyor, yaşlı kadını kızdıracak şeyler uyduruyor, burucu. Elif evi basıp herkesi kalaylıyor, kaynanasını da alıp eve. Çarpıcı bir gerçeklik, kenar mahallelerden bir dünya acı. Karakterlerin sesleri aynı, bu en büyük sorun olsa gerek. Alirıza’nın küçük bir çocuk olduğu anlaşılmıyor açıkçası, top mop oynamasa bir yetişkinin konuştuğunu düşüneceğiz. Aynı sorun ilerleyen bölümlerde de karşımıza çıkacak, pek bir eğitim almayan Elif’in anlatımı kusursuza yakın, Sedat’ınki yine aynı, kısacası bütün anlatıcılar aslında tek bir anlatıcı, bakış açıları aynı.
“Öncesi”nde karakterlerin o hale nasıl geldiklerini görüyoruz ama birbirlerine duydukları öfkenin kaynağını görebildiğimizi pek söyleyemeyeceğim, yaşamlarının iyiye gitmediği bariz olsa da birbirlerine hakaret edecek noktaya gelmelerinin ayrıntısı, anlamı verilmemiş. Yokluk? Yetmez, kinin daha derin bir sebebe ihtiyacı var, mesela babaanne bir anda Elif’ten çekinmeye başlıyor, sonrasında hakaretleri bir bir sıralıyor, şaşıyoruz. Sedat kavuşamadığı kızdan sonra Elif’le evleniyor ve bir ara o kızla evlense hayatının daha iyi olabileceğini düşünüyor ama onun da kayışı koparmasının sebebi belirsiz. Gerçi hayallerini geride bırakmak zorunda kalması makul bir sebep ama büyük bir yıkıma da yol açmıyor bu aslında, Sedat’ın yası bitmek bilmiyor ama o kadar şiddetli değil, ekonomik açıdan hayallerine kavuştuktan sonra her şeyi mahvedecek kadar en azından. İlaç mümessilliği yaparken, o zamanlar “propagandist” diyorlar, başka kadınlara sarıyor, işi gücü bırakıyor, en sonunda şutlanıyor ve çareyi Almanya’ya gitmekte buluyor. Gülay’la tanışmış o sıra, eve kuma getirmiş, daha ne kadar batacağını düşünüp kahırlanıyor ama hayatının sürüklenmesini izlemekten ötesine yetmiyor gücü. Eve haciz geliyor, eşyalar birer birer evden çıkarken tek çare Elif’ten boşanmak, Gülay’la evlenmek ve Gülay’ın Almanya’dan davetini beklemek. Eve para yollasa da yetiremiyor, ihtiyaçların sonu gelmiyor. İlk bölümde görüyoruz, ikinci bölümdeki bolluktan sonra o yokluğa katlanmak evdekiler için çok zor. Elif için her şey çok zor zaten, köyden gelen babası Elif’i evden eve satıyor ve bir zaman sonra dönüp geri alıyor çocuğu. En sonunda Doktor’a veriliyor Elif, güzel bir evde yaşamaya başlıyor. Doktor’un eşi Süheyla’nın akli dengesi bozuk biraz, kıza eziyet ettiği gibi iyilik de yapıyor sık sık. Doktor da iyi adam, askerî tabip, kıza iyi bakıyor açıkçası. Elif’in babasıyla mahkemeye düştüğünde davayı kazanıyor ve kızın velayetini alıyor, bu sahneler de kaba bir gerçekçilikle, başarıyla kurgulanmış. Günel’in doğrudan göstermeyip de sezdirdiği kısımlar da pek iyi, mesela Doktor bir gece kalkıyor, sessizce Elif’in odasına geliyor, tam girecekken arkada bir ışık yanıyor. Süheyla. Önce hemşireler, sonra Elif. Sedat’ı evin karşısındaki eczanede çalışırken görüyor Elif, âşık oluyor, yaralı kalbini sağaltmaya çalışan Sedat da sürükleniyor kıza, gerisi mutsuzluk. Metnin adına aldanmamalı, gerçi anlatıda her şeyin daha iyi olacağını umut eden karakterleri düşününce tamam.
Roman eksiğine gediğine rağmen iyi, denk gelen okusun.
Cevap yaz