Princeton’da siyasal ekonomi profesörü, Barack Obama’ya bağlı çok önemli ekonomik şeylerin başkanı, ABD Hazine Bakanlığı’nın ekonomik politikalar sekreter yardımcılığı ve ekonomistliği, Krueger’ın CV çok sağlam. Ortalama bir müziksever olduğunu söylemiş ama mütevazılıktan, 1970’lerin sonlarından itibaren pek çok konsere gitmiş, bırakmış olsa da davulculukla uğraşmış ve her gün bir iki saatini müzik dinlermiş. Uzun süre düzenli bir şekilde emek harcamak kişiyi uğraştığı işte uzmanlaştırır, Krueger’ınki ciddi bir mesai. Metinde ağırlık işin ekonomik yanında olsa da adı geçen grup ve sanatçılardan bazıları keşfedilmeyi bekliyor. Bazıları çok geç olsa da keşfedildi nihayet, Searching for Sugar Man‘de hikâyesi anlatılan Sixto Rodriguez otuz yıldan sonra hak ettiğinin çok daha azına erişmiş olsa da ünü Güney Afrika’nın dışına çıkabildi en azından. Çok çok nadir bir örnek, belki tek. Neden Dylan da Rodriguez değil, önemli bir prodüktör aralarındaki farkın şans olduğunu söylüyor, müzikonomiyi belirleyen yedi etkenden biri. Her bir etken bölüm bölüm inceleniyor, müziğin ekonomisi karışık. Şarkıların biçimini bile etkiliyor doğal olarak, şu upuzun metinler yazıp parayı cukkalayan meşhur yazarlar neden upuzun yazmışlar, Moretti de anlatıyordu biraz, çünkü para. Müzikteki yansıması ortaklık, featuring dalgası. İstatistiklere göre iki sanatçıdan daha ünlü olanın sesi ilk otuz saniyede daha bir sıklıkla duyuluyormuş artık, dinleyiciler dinlemeye devam edip etmeyeceklerine ilk otuz saniyede karar verdikleri için böyle bir numaraya başvuruluyormuş artık. Eh, streaming platformlarının ilk otuz saniye geçtikten sonra şarkıyı dinlenmiş kabul edip sanatçılara para ödemesini de bu bağlamda düşünebiliriz. Hatta öykü kitaplarında iyi öykülerin başlarda, mehlerin sonlarda yer almasını da düşünebiliriz, satış stratejisi.
Arz ve talep dengesiyle ilgili geniş kapsamlı bir araştırma yapmış Krueger, kayıt teknolojilerinin gelişmesinden müzik dinleme platformlarına ve canlı performanslara kadar müzikle, müziğin pazarlanmasıyla ilgili pek çok meseleye değiniyor. Telif hakları konusunda müzisyenler hiçbir zaman rahat değiller, geçen yüzyılda korkunç sözleşmelere imza atıp beş parasız kalanlara dair hikâyeler dolanıyor, birini de Salman Rushdie’nin Ayaklarının Altındaki Toprak‘ında okuyabilirsiniz. Tam da Rushdie’nin anlattığı gibi: Hit şarkı çıkarırsınız, şanslıysanız plak şirketiyle sözleşme imzalarsınız ve menajeriniz payını alır, plak şirketi de alır, siz hava alırsınız. Talep yüksektir, dinlenirsiniz ama konserlerden edindiğiniz gelir dışında bir şey kazanamazsınız, biletlerinizin karaborsaya düşmesi fiyatlandırmanın yanlış yapıldığını gösterir, kazanacağınızdan daha az kazanırsınız. Müzik dinleme alışkanlıkları değişiyor, yapımcılar farklı isteklerle geliyorlar, korsan kayıtları ortadan kaldırmaya çalışıyorsunuz, hepsi zaman ve enerji kaybı. Spotify ve benzeri kuruluşların orijinal içerik üretimine başladığını düşünelim, pasta iyice büyüyecek ve müzik endüstrisi tekrar altüst olacak, dengeyi bulana kadar sayısız grup ortadan kalkacak. Piyasaya girecek olanların şansları hiç değişmeyebilir, önemli listelere giren sanatçıların çok büyük bir kısmı tekrar giremiyor, ikinci albümü bile kaydedemiyormuş araştırmalara göre, tutunabilmek çok zor iş. Krueger’a göre müzikle uğraşan insanların en büyük motivasyonu müziğin büyüsü ama grup için dengeler, parayla kurulan ilişki de bir o kadar önemli. Mesela talebi artırmak için sahne şovları düzenliyoruz, Rammstein usulü acayip işler peşindeyiz. O da nesi, gelirimizin önemli bir kısmını bu şovlara harcadığımız için dımdızlak kalıyoruz. Oluyor böyle şeyler. Denge bahsi de The Beatles’tan tabii, grup dağılınca McCartney dava açarak yeni şarkılarının teliflerini grubun diğer üyeleriyle paylaşmama yoluna gitmiş haklı olarak, önceki sözleşme grup dağılsa bile öyle bir şeyi şart koşmuş falan. Diğer elemanlar karşı çıkmışlar, sonradan çözülmüştü o mevzu. Yeni platformların sunduğu alternatif kazanç yolları var, mesela Dream Theater’ın eski klavyecisi, canımız Kevin Moore hemen haber salıyor, “Yeni bir şarkı yaptım, cebime papel atın da yayımlayım,” diyor ve Patreon benzeri ortamlardan bağış yoluyla tıp fakültesinin masraflarını karşılıyordu, adam doktor çıktı da bir hastanede çalışıyormuş şimdi. Radiohead albümünü internete koyup hayranlarına, “Gönlünüzden ne koparsa,” diyeli yirmi yıl olacak, güzel para kazanmışlardı onlar da. En iyisi Taylor Swift’in yaptığı, albümü internete salmadan önce plak, CD olarak satıyor, bir ay sonra müzik platformlarına geliyor albüm. Karaborsayı engellemek için de hoş bir sistem bulunmuş, grubun gerçek fanlarının kayıtlı olduğu bir gruba konser bileti satın alma önceliği sunuluyor, dilerlerse satabiliyorlar biletleri sonradan. Bu uygulamanın hayata geçirildiği konserlerde karaborsa bilet satışları çok çok azalmış, şimdilik işe yarıyor gibi gözüküyor. Kısacası talep var, arz var, teknolojiyle değişen ortamlar var ve açgözlü, müzisyeni sömürmek isteyen yığınla insan var, bu bölümün konusu bunlar.
Müzisyenlerle ilgili bölümde lisans mezunu olanların olmayanlardan daha fazla kazandığı söyleniyor, muhtemelen adamlar haklarını daha iyi aradıkları içindir. Parça başına para alan müzisyenlerin grup olayını biraz sekteye uğrattığı malum, piyasaya göre makul bir durum gerçi. Stüdyo müzisyenleri işte, bir şarkı kaydedeceksiniz diyelim, parasını verip ülkenin en iyi müzisyenini stüdyoya getirebiliyorsunuz, çalıp gidiyor adam. Ben öyle denk gelip İsmail Soyberk’i izlemiştim, müthiş bir şey. Adam tertemiz çalıp gitti, yarım saat sürmemiştir. İyi de para alıyormuştu o işlerden, gerçi Picasso’nun “x yıl ve y dakika” muhabbeti geçerli. Anıyorum şimdi, müthiş bir müzisyendi. Jimmy Page de öyle başlamış işe, stüdyoda sayısız grubun kayıtlarında bulunup gitar çalmış, Led Zep sonradan. Uber benzeri çevrimiçi platformlar vasıtasıyla aradığınız müzisyene ulaşabiliyorsunuz, evinizde şahane bir şarkı kaydedebilirsiniz yani. Bunlardan başka müzik sektörünün eril olduğuna dair araştırma sonuçları var, şaşırtmıyor. Biri Harvard’da, diğeri Princeton’da çalışan iki akademisyen senfoni orkestralarına müzisyen alımıyla ilgili bir deney yapmışlar, “kör seçme” denen bir yöntemin kullanılmasıyla orkestralardaki kadın sayısı artmaya başlamış. Topuklu ayakkabılar ses çıkarmasın diye yerlere halı serilmiş hatta, kadın müzisyenler performanslarını kodamanlara o şekilde kabul ettirebilmişler.
“Süperstar ekonomisi” neoliberal dünyanın her sektöründe var, en tepedekiler hayvan gibi kazanırken aşağıda kalanlar kırıntılarla yetiniyor. “Kazanan hepsini alır” anlayışı korkunç, alternatif seslerin duyulmasını engelliyor, piyasanın pompaladığı birkaç isimle yetinmek istemiyorsak kendi araştırmamızı yapıp kıyıya köşeye bakmamız gerekiyor. Büyük yayınevlerinin bastığı korkunç kitapları düşünelim, şimdi düşünmeyelim çünkü bütün o sistem mide bulandırıcı. Neyse, tepedekilere talep artarken aşağıdakilere talep düşüyor, bu durum müzik platformlarıyla biraz olsun kırılsa da üstel artışın önüne geçilemiyor bir türlü, insan belli bir sanatçının virüsünü kapıyor sanki, etraftan ne duyarsa ona yönleniyor ve dinleyici “yığını” oluşuyor böylece. Spotify gibi platformlar sayesinde orta sıralardakiler az buçuk para kazanmaya başlasa da dinleyicilerin dağılımında büyük değişiklikler yok henüz. Neyse ki kayıt masrafları da yıllar içinde iyice azaldı, eskiden binlerce lira tutacak işleri evimizde kaydedebiliyoruz, tabii ekipman için başta bir para vermek lazım ama önceden ödenenlerin yanında çok daha hesaplı bu iş.
Çin’deki müzik piyasasına dair birkaç yorum üzerinden yeni pazarların müzik dünyasına nasıl katılabileceğini görüyoruz, fiyatlandırma politikasının konserlere etkisini de görüyoruz, Krueger günümüzün müzik üretimini ve tüketimini örneklerle, röportajlarla anlatıyor. Şahane bir kaynak, müzik piyasasının nasıl döndüğünü öğrenmek isteyenler için şimdilik eşsiz.
Cevap yaz