Nancy’nin çocuklar için verdiği dört küçük konferans. Yetişkinler de araya karışıp birkaç soru sormuşlar, bu yüzden cevapların derinliği bir anda değişiveriyor ama Nancy tonunu bozmuyor pek, felsefe tarihine de dalmıyor, kısaca anlatıyor bu mevzuları. Tanrı’yla başlıyor, önce “gök” ve “gökler” arasındaki fark: Batlamyus’un dünya merkezli evren modelindeki gök katmanları dinî bir nitelik kazanarak “ulu gökler”e evriliyor, “gökyüzü”yse bildiğimiz gökyüzü. İlk gök tanrısal olan, tanrısalın bir boyutu, yüksek ve madde dışı, sonsuzca uzak. “Yedinci gök” kimsenin ulaşamayacağı “Yüceler Yücesi”nin yeri. Sadece Batılı tektanrıcı geleneğe özgü değil bu, Kızılderililerin tanrısı Oki’nin anlamı “Yüksekte Olan”. Makul, ulaşılamayan yer hemen kutlanır, bilinenin ötesi gizdir, giz hemen kutsal kisveye bürünür. Evet. Şu an gökte bir yerde uydu var, mesela kar yağıyor, kar var, soğuk tabii, insan uzaya çıkarken üşür. Bunun dışında dinlerde gök ve sema bu kar kış kıyamet değildir, başka bir şeydir. Yüceler Yücesi’nin varlığıdır ve bu aşağıdadır aynı zamanda, göklerle kuşatılmışızdır, ilah her yerdedir. “Bu düşünce, bunu şu şekilde söylemeyi deneyelim, tüm dünyadan farklı bir yeri belirtir. Ama tüm dünyadan farklı bir yer demek, tüm yerlerden farklı bir yer demektir.” (s. 21) Bu mekân bilincin biçimleyebileceği bir mekân değildir, aslında hiçbir yerdir ve hiçbir yer var olduğuna göre idrakin dışında bir yerdir. “Hiçbir şey olmayan bir şey”. Tanrı budur. Dünyanın dışı diye bir şey olmadığı için dünyanın dışında değil, hiçbir yerde ve her yerde. Çocuklar için zor mesele, yine de şahane sorular sormuş akıllı bıdıklar. Geleceğiz, “Tanrı” adından sonra. Tüm tanrısal kişilikler Tanrı’da birleşir ama mekân için geçerli olan Tanrı için de geçerlidir, bu ad birliktir, ne ise odur. “(…) Ama kendine tanrı var mıdır diye sormak, kendi kendine, bir yerlerde, tanrı adına uyacak bir herhangi şey ya bir birisinin var olup olmadığı sorusunu sormaktır.” (s. 26) Çeviri cortlaması olmuş sanırım, “bir” yerine “da” getirince oturuyor. Neyse, göksel olan, tanrısal, tanrı bize ilişkilendiğimiz bir şeyi gösterir ama bu şeyin bildiğimizin ötesinde olduğu için bildiklerimizle kurduğumuz ilişkiyi onunla kuramayız, o aşkındır, varlığımızın çok ötesindedir, belki eteklerine tutunabiliriz bir. Kalbi yoklar, derinlere bakar, kendi içinde mutlak bir doğruluk ölçüsüne sahiptir ki biz de sahibiz buna, inancın köküne varıyoruz. “Benzersiz ve tekil bir ölçüye sahip olmak” sevgiye varır, İncil’de Tanrı’nın sevgi olduğu yazdığına göre. Aynı yol. “‘Sevgi, bir kişinin bir diğerine olan biricik bağıdır ve bu öyle bir bağdır ki o, her şeyin ötesine gider. Bu bir haz, keyif ilişkisi değildir, ‘hoşuma gidiyorsun, senden hoşlanıyorum’ [gibi]. Sevgi, başkasında, onda mutlak olarak biricik olanı tanımaktır.” (s. 30) Öteyi görmeye çalışmak, gökyüzünün ötesindeki bir şeyi hissetmek, kendimizden çok daha fazlası olduğunu sezmek ve çok daha fazlası olabileceğimize açık olmak. Buradan imanla sadakat arasındaki bağı irdeliyor Nancy, sevginin tasvirleriyle özü arasındaki farkı gösteriyor ve bitiriyor mevzuyu.
Aşk bir ölçüde inşa edilir, çeşitli imgelerle biçimlenir, sonunda kendimizle yontarız ve sezeriz, biricikleşmiştir, benzersiz bir taşkınlıktır, özü yerinden kıpırdatır. “Kimsenin bu kelimelerin anlamını veremeyeceğini söyleyebilirim size, hiç kimsenin. Hiç kimsenin bu kelimelerin anlamını açıklayamadığını ya da bu kelimelerin anlamının hep söylemek istediğimizden ötede olduğunu, anlamların yalnızca onları söyleme olgusunda yattığını doğrulayan binlerce sayfa ve binlerce kitap gösterebilirdim size.” (s. 97) Bunun dile gelmesi bile yavanlık aslında. Andırmayı geçtim, söz hissi bozar, aşkı dile getirdiğimizde coşku belirirse de çok eksiktir. Çeşitleri var bunun, Nancy papatya falının Fransız versiyonunda söylenenleri açıklamaya başlar. “Seni seviyorum, biraz, çok, tutkuyla, delicesine, hiç.” Sevgi nicelik belirtmez ve ölçülemez, o halde birini biraz sevmek veya birini diğerinden daha çok sevmek aslında hiç sevilmediğini gösterir, belli bazı rollerin sevildiğini gösterebilir, bunun gerçek sevgiyle ilgisi yoktur. Birini ne sebeple sevdiğimizi söyle(yebil)mek aslında onu sevmediğimizi söylemektir, birinin sarı saçlarını seversek sarı saçları severiz, gözlerini severiz ama birini sevmeyiz, temsilleri severiz. Sevginin aslı hep bir gizdir, meraktır. İçle dışın tutarlılığı ölçüsünde güçlenir, tutmadığı yerden kopar, hikâyeler farklılaşınca sevgi bitmez de sevgiyle kurulan bağ biçim değiştirir, acıya bulanır biraz. Sevgi hiç bitmez, en fazla derinlere gömülür. Augé şahane anlatıyordu Biri Sizi Bulmaya Çalışıyor‘da, ilişki sonlansa da hikâyeler birbirini tutmaya yaklaşırsa noktalanmaz, başka bir yola sapar. Aşkın tarifi olmaz ama Nancy şahane özetlemiş, bahsi alıntıyla bitireyim: “İnsanlar arasındaki ilişkilerde ussal olan ne varsa hepsini terk ediyoruz, başka türlü hiç bağlanamayacağımız bir tarzda bağlanıyoruz. Kendimizi açıyoruz, ilerliyoruz ve kendimizi fazlaca sergiliyoruz; başkasının ne zaman fazlasını istediğini bilmek çok zor. Onun benden fazlasını istediğini düşünmekte haklı mıyım, yoksa ben mi yeterince ileri gitmeyi beceremiyorum? İşte bu çok hassas, tehlikeli ve zor bir mesele. İki kişi arasındaki bu öylesine kuvvetli ve biricik ilişki çok zordur, ikisi de çok riske girer zira her biri kendi rahatını kaçırmak, kendi üstüne kapanmışlığını kırmak, narsisizm dediğimiz şeyi bozmak zorundadır.” (s. 11)
Aynı doğrultu, güzellik aslında kendini cisimleştiren şeyi aşar, bu şey bize güzelin tam olarak ne olduğunu göstermez. Bir şeyin güzel olduğunu söylemek için belli bir fikre sahip olmak gerektiğini söylüyor Nancy, hepimizde mutlak güzelliğe dair bir idea, temsil, o her neyse var. Güzelliğe dair töz nesnel, güzelliğin ne olduğunu düşünmek nesnel, burada da sevgiye, tanrıya ve aşka varan bir yol var. “Çekilme” bahsi var, güzellik karşısında cezbediliriz, çekiliriz ve daha fazlasını ararız, isteriz. Müzik dinleriz, yaylılar uçar, üflemeleriler coşar, her bir partisyon var oluşun farklı bir boyutuna götürür, bu sırada neyin nasıl yapıldığını dinlemeyiz, eleştirel kulaklarımız tıkanmıştır, sadece kapılmak isteriz. İşin nasıl yapıldığını teknik bakışlar çözümleriz, bu iyidir ama güzelliğe aynı bakışla, nesnellikle yaklaşmak istemeyiz, hatta çok sevdiğimiz bir şarkıyı paylaşmak bile istemeyebiliriz, başkalarının bizim kulaklarımızla dinlemeyeceklerini biliriz çünkü. Güzel bizim dışımızdadır, sözcüklerle açımlamaya kalktığımızda yiteni görebileceğimiz kadar uzaktadır ayrıca, Narcisse hikâyesine değinerek benzer bir meseleyi anlatıyor Nancy: “Narcisse’in kendini suda gördüğü an, bu bakış güzellik gören birinin bakışıdır. Kendi kendini narsisist biçimde seyreden biri değildir, kendini gören güzelliğe açılan bir bakıştır ve kendini görerek, güzellikle olan bu ilişkiyi gören ve güzel bir çiçek biçiminde yeniden belirmek için onda kendini kaybeden bakıştır.” (s. 148) Narcisse güzelliği kendilikle bütünleştirmez, o sadece kapılır ve kendini aşar böylece, yine Nancy’nin güzellik tanımınca “ışığa kapılır”, kendini koyverir ve ışık tarafından alınıp götürülür. Büyüyle de ilgisi var muhtemelen, Fransa’da mağaralara resim çizen atalarımız hem bir ritüeli yerine getiriyordu hem de biçimleri gerçeğe olabildiğince yakın bir şekilde aktarıyordu, adalet hariç bu konferansların konularını o duvar resimleri üzerinden de okuyabiliriz. Orada olan aslında orada değildir. Ona ulaşmak için temsilden yola çıkmak iyi bir fikirdir, seyrin başka bir temsille sona ermeyeceğini anlarsak.
Tavsiye ederim, okunur.
Cevap yaz