Bölümden bölüme anlatı çizgisinin çeşitli yerlerine atlamalı bir metin, bölümlerin içinde de atlamalar var, yine travmatik bir benliğin kronolojiyi paramparça ettiğini görüyoruz, biz bu tekniği seviyoruz. Zürih’teki bir akademinin konferans salonunda otuzlu yaşlarında bir adam takılıyor anlatıcı kadının gözüne, kadın kitap imzalatmaya da gelen adamla ayaküstü konuşuyor ve adamın kısa süre önce ölen Dina K.’nin eşi olduğunu öğreniyor. Anılar: Anlatıcıyla Dina K.’nin son karşılaşmaları Berlin’de. Göz göze geliyorlar, selam vermeden geçip gidiyorlar. “Kavgalı iki kardeşin barışmaya hazır muzip ve kurnaz gülümsemesini bekliyorum aramızda.” (s. 6) İstanbul’da barışırlar en olmadı, Dina K. yardımıyla yıllar önce sanatçı tayfasının bir parçası haline gelen anlatıcı küslüğü bitirmek için geniş zamanları bekliyor ama kanser engel oluyor bu barışa, Dina K. tedaviyi reddederek yaşamını kaybediyor. Baştan söylemeli, Dina K. aslında Tezer Özlü, Leylâ Erbil’in Özakın’ı eleştirdiği yazısının gösterdiği gibi Özlü’nün aşırı “yabancılaştırıldığı” düşünülebilir ama Özakın aşırıya kaçmıyor açıkçası. Kırgınlık, kızgınlık, bir nevi burukluk var, bunun yanında Özlü’ye yöneltilen eleştirilerin çok da mesnetsiz olduğunu sanmam. Dina’nın Berlin’deki Anadolu’dan kaçtığını söylüyor anlatıcı, Kreuzberg’deki Türk manzaraları katlanılır gibi değil. Bunda pek de aşağılayıcı bir yan göremiyorum, buram buram ataerk kokan sokaklardan, dükkânlardan sıkılan Özlü gerçekten de Zürih’e bu sebepten kaçmış olabilir, metinlerinde bu manzaralardan pek de hoşlanmadığını dile getiriyor zaten. Özakın da eleştiriyor Almancıları, ellerindeki fırsatları değerlendirmediklerinden, köylerindeki çarpıklıkları olduğu gibi Kreuzberg’e taşımalarından bahsediyor. Bir de şu tabii: “Küçük omuzlarına asılmış keselerde Kuran’ı Kerimleriyle küçük kızlar. Kadınların kendilerini ezen bir şeyle özdeşleşmesi…” (s. 39) Bir şey daha, Zürih’teki etkinliği düzenleyen Bayan Haffner’in söylediğine göre bir buçuk yıl önceki başka bir etkinliğe iki gün kala Türk bir bayan aramış, kusursuz Almanca konuşan o Türk bayan neden anlatıcının Berlin’den davet edildiğini, niçin kendisinin değil de anlatıcının çağrıldığını sormuş. Saldırgan bir üslup, göz göze gelmemeye çalışmalar, ondan önce İstanbul’daki günlerde aradan su sızmaması, açıkçası işin magazin boyutundan ziyade kurmacadaki seyri merak ettiğim için ilgiyle okudum ben, zaten Dina’nın Tezer Özlü olduğu bir süre sonra ortaya çıkıyor. Sürekli Kafka’dan bahseden Dina’yı kendi toplumunun problemlerini ele almadığı için eleştirirmiş edebiyat çevreleri, anlatıcıysa çıkıp geldiği taşradaki günlerinden beri insanını, küçük insanını anlatmaktan, toplumunun problemlerine ayna tutmaktan başka bir şey düşünmemiş, ikisi arasında geçen bir diyalogda olduğu gibi görebiliriz bu hassasiyetleri. Anlatıcının kiraladığı evin bulunduğu binadaki başka bir odada kalan Zülfü de Dina’dan bahsederken “şımarık karı” ifadesini kullanır, Dina’nın burnunun büyüklüğünden ve Türklerin arasına girmemesinden bahseder. Anlatıcının topluma karşı duyduğu sorumluluk hemen ardından ortaya çıkar, sıcağa rağmen yünlü kumaştan bir takım elbise giymiş adamın birini çimenlere uzanmış kadınlara bakarken gören anlatıcı şöyle düşünür: “Çimenlerin üstünde, okuduğum kitaptan başını kaldırıp bu adamı gözlerken, dilini anlayabileceğim bu adamın, bana henüz dillerini anlayamadığım genç Almanlardan daha uzak geldiğini hissetmiştim. Yine de onun kalabalığı ve geriliği, sanki bunda benim de payım varmış gibi beni utandırıyordu. Sanki ona karşı görevimi yerine getirmemiş, ona yabancı yerlerde ve uygar insanların arasında nasıl davranması gerektiğini öğretmemiştim.” (s. 28) Sonuç olarak Dina’nın ardından hatırlayabildiğini hatırlamaya çalışır anlatıcı, sanatçıyla toplumu arasındaki ilişkiyi ele alır, olumlu ve olumsuz örnekleri sıralar.
Özakın 1970’lerden 1980’lere geçiş dönemindeki Türkiye’yi ve Avrupa’yı sosyolojik ve kültürel açılardan tokuşturarak bu tür pek çok çıkarımlarda bulunur bir yandan, ilgiyle okunuyor o bölümler. Esas anlatılan Dina’nın peşine düşen anlatıcının geçmişini eşelemesi. Diğer yanda adamı arama süreci var, anlatıcının karşılaştığı insanlar, gündelik yaşamın sürprizleri Dina’yla ilgili hatıraları ortaya çıkarırken anlatının kaynağını besliyor, İsviçre ve Almanya’daki yaşamı da ortaya çıkarıp atlayıp zıplamalarla bu yolakları birbirine bağlıyor, hoş. Hikâyenin başına dönmeli aslında, havada kalmasın. Küçük bir sınır kentinde memur eşiyle birlikte yaşayan anlatıcının şiirleri dergilerde yayımlanır ama anlatıcıya yetmez bu, İstanbul’a gidip sanatçılarla tanışmak, öğretmenlikten ziyade yazmak ister. İsteğini eşiyle paylaşır, arıza çıkmayınca İstanbul’a gelir. Çelik R.’nin yanına önce, eşinin arkadaşı olan bu gay veya biseksüel şair kendinden genç bir öğrenciyle birlikte yaşar, anlatıcıyı malum çevrelere sokar. Zürih’teki günlerden yirmi yıl öncesine tekabül eder bu dönem, Dina ve anlatıcı çok gençtir, tanıştıkları zaman Dina azıcık tepeden baksa da hemen arkadaş olurlar. Özgür aşkı yaşaması için yeni arkadaşını ikna etmeye, eşini bıraktırmaya çalışır Dina, anlatıcının gebe olduğunu öğrenince çocuğu hemen aldırmasını teklif eder. En sonunda beraber Berlin’e veya Zürih’e gitmeleri gerektiğini söyler Dina, orada daha iyi koşullarda ve dilediklerince yaşayarak yazı çizi çalışmalarını sürdürebilirler. Biraz daha zaman vardır buna, anlatıcı bir üniversitede edebiyat anlatan Tekin’le tanışınca adama tutulur, inişli çıkışlı ilişkileri Türkiye’nin ahvalinden, insanların birbirlerini camlardan atmalarından, silahla öldürmelerinden sonra iyice zayıflamaya başlar ve son darbeden önce kapağı yurt dışına atar anlatıcı. Çocuğunu aldırmıştır, eşini bilmem ne yapmıştır ama çıkıp gitmiştir işte, edebiyat çalışmalarını Almanya’da sürdürüp Almanca yazdığı metinler az biraz tutunca oraya yerleşir, ara sıra memleketten aldığı haberler pek de iç açıcı değildir. Radyolardan duyulan havadislerde birilerinin yönetime el koyduğu, ülkenin salahiyeti için silahların çekildiği, insanların ortadan kaybolduğu, işkencelerin başladığı söylenmektedir. Bunlar doğrudan söylenmez tabii, satır aralarından okunur. Entelektüel tayfalar hızla tırmanan şiddet olaylarını içki muhabbetine meze ederler, askerler olaya el koyduktan sonra da ortadan kaybolurlar. Herhalde. Seyirdir bu, anlatıcı çocukluğundan başlayarak orta yaşlarına varırken ülkesi de büyümenin sancılarını yaşamaktadır. Amerikan Kız Koleji’ndeki öğrencilerin pırıl pırıl giyimlerine özenmiştir zamanında, kendi öğretmenleri “Atatürk’ün bahsettiği gençliğe yakışır şekilde davranmadıkları için” sık sık cezalandırırlar öğrencilerini, kadın-erkek ilişkilerini baltalayarak sosyalliği bitirirler, evden okula ve okuldan eve gidiş gelişlerle geçen ömürler karşı cinse karşı hiçbir şey taşımaz, aile yapısı sağlıklı ilişkilerin kurulmasına izin vermez, Avrupa’ya giden insanların okulla pek bir ilişkileri olmasa da bu çarpık yapıların gölgesinde yetişmeleri aile içi şiddete yol açar. Özakın bu çarpıklıkları anlatıya ara sıra kattığı karakterlerle daha da belirginleştirir, anlatıcı alt sınıftan insanların kaldığı binadaki diğer kiracılarla tanışarak onların hikâyelerine de yer verir. Fatima’nın eşinden kaçtığını öğreniriz mesela, dans etmek istediği için Zürih’e kaçıp izini kaybettirmeye çalışır. Bir gün binanın önünde bir kadının öldürüldüğünü öğrenen anlatıcının aklına hemen Fatima gelir, korkuya teslim olarak kimin öldürüldüğünü öğrenmeye çalışırken Fatima’nın hâlâ yaşadığını görür. Zürih’te düzenlenen bir karnavalda mekanlardan birinde birbirlerine selam verirler, anlatıcı rahatlar. Mavi maske bu festivalde takılan maskelerden biridir, anlatıcı en başta görüşmeye karar verdiği Dina’nın eşiyle bir türlü buluşamaz önce, birkaç yerde denk gelmesine rağmen adama bir türlü ulaşamaz, en sonunda bu maske vasıtasıyla karşılaşırlar ve gerçekleşmesini umduğumuz görüşmeden Dina’yla ilgili pek çok bilgiye ulaşır anlatıcı. Buraya girmiyorum, okurun gözünden öper.
Özakın’dan Almanya-Türkiye arasında mekik dokuyan bir metin, ‘Emine’ Sevgi Özdamar’ınkileri sevenler bunu da severler.
Cevap yaz