1966, Almanya, anlatıcı fırına girince rahatlıyor çünkü ekmeği parmakla göstermesi yeterli, alıp çıkabiliyor. Bakkalda poposunu sallayıp gaklarsa ancak o zaman yumurta istediğini anlatabiliyor, Almancası yok. Gazetede manşetleri de yardımcı oluyor bazen, neden öyle gürültüyle yürüdüğü sorulduğunda ev eşyalarının çöp olduğundan bahsediyor örneğin, Almanca bir şey söylemesi yeterli. İletişim kurmak imkânsız, İstanbul’da altı yıl boyunca tiyatro oyunculuğu yapan kadın okuduğu hemen her şeyi ezberleyebildiği için anlamlarını bilmediği sözcüklerle meramını anlatmaya çalışıyor. Anlatıya dağınık bir giriş, Özdamar yavaş yavaş toparlayacak, bilgi kırıntılarını biriktiriyoruz önce. Tiyatro bahsiyle birlikte anlatıcının lise yıllarına dönüyoruz, iyi bir öğrenci olmamasının sebebi tiyatrodan başka hiçbir şey düşünmemesi. Annesi liseyi bitirmesini istiyor, hukuk okursa babası maddi yönden destekleyecek üstelik, kız oralı değil. Shakespeare’den alıntılarla konuşmaya başlıyor bir süre sonra, absürt gerçekçilik yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor böylece. Almanya’nın işçi aradığını duyunca belgeleri hazırlıyor kadın, on sekiz yaşında, Telefunken fabrikasının bir yıllık sözleşmesine imza attıktan sonra ver elini Almanya. Tren yolculuğunda Türk yolcuların gariplikleri, anne özleminin doğurduğu gözyaşları, Shakespeare’le avuntu. Bir sürü kadınla birlikte yurtta kalmaya başlıyor sonra, Wonaym diyorlar, işe yeni başladıkları ve etrafı bilmedikleri için başlarda kimse dışarı çıkmıyor, yaşam iş ve yurt arasında geçiyor. Özdamar kara mizahın mizahına ağırlık veriyor başlarda, yeni bir ülkeye alışma çabalarının heyecanı ve farklı kültürlerin ortaya çıkardığı çatışmalar etken. Fabrikada radyoların devrelerini birleştirmek ince iş, sağ göze takılan büyüteç sol gözün kısılmasına yol açınca yaşam sağ göz üzerinden dönmeye başlıyor bu kez, 10 Kasım’da malum zaman gelince vardiya şefinin isteğiyle kadınlar saygı duruşunda bulunup Atatürk’ü anıyorlar, sağ gözleriyle ağlayabiliyorlar bir. Dil değişiyor, Şef Herşer’in “okay”ları yurtta da dilden dile dolaşmaya başlıyor, “tamam” yerine “okay” denmezse iletişim yine kopuk. “Küskün İstasyon” nam ilk bölümün büyük bir kısmı yaşamın bu tür olağandışı detaylarına ayrılmış durumda, örnek olarak şunu ekleyip devam: “Bütün ölülerin adlarını bitiremeden uyuyakalıyordum. Böylece bütün ölmüşlerimi Berlin’de yavaş yavaş kaybettim. İstanbul’a dönersem orada ölülerin adlarını saymaya yeniden başlarım, diye düşünüyordum.” (s. 21) Ad saymaca annenin isteği, ölüler acı çekmesin diye. Özlemden çoğu zaman aç veya parmağı yaralı giriyor yatağa kadın, acıyı annesiyle özdeşleştirdiği için yakınlık yanılsaması yaratıyor, kendi annesi yetmeyince arkadaşı Rezzan’ın annesini ödünç alarak rahatlamaya çalışıyor. Küskün istasyonun önündeki telefon kulübesinin yanından geçerlerken bağıra bağıra konuşuyorlar, belki sesleri annelerine gider. Azıcık sosyalleşip geç dönmeye başladıklarında yurttaki kadınlar orospu olacaklarını, kimsenin onlarla evlenmeyeceklerini söylerler, herkes namus bekçisi kesilir. Siyasi sebeplerle Türkiye’den göçüp yurda müdür olarak gelen tiyatrocu müdür anlatıcının yaşamını birazcık kolaylaştırır, birlikte iyi vakit geçirirler, adamın “Güvercin” dediği eşi de iyi bir insandır. İşler yoluna girmeye başlar kısacası, hâlâ Almanca öğrenmemelerine rağmen yaşam daha bir kolaydır. Yurt odasında sevişen kuzenlere ayrı bir oda sağlar müdür, kızlara “şeker” diye seslendiği için bu şekerlik yayılır, müdürü sevenler birbirlerine “şeker” demeye başlarlar, sevmeyenler diğer kutuptadır. Bu şekilde pek çok fraksiyon oluşur, ideolojik değil de pratiğe dayalı bir bölünme görülür. Özdamar’ın tekniğinde hızın önemi büyüktür, günler hemencecik atlanabilirken bazı sahneler uzundur, örneğin pencereye düzenli aralıklarla vurup odayı aydınlatan ışığın ortaya çıkardığı yüz Rezzan’ındır, Rezzan hikâyelerini anlatırken karanlıkla aydınlık arasında gidip gelir, anlattığı hikâyenin inişleri çıkışları da bu aydınlanma döngüsüne uyar. Yurttaki yaşam eğlencelidir, dışarıdaki dünya keşfedilmeyi bekler, kadınlar cesaretlerini topladıkları an şehri dolaşmaya başlarlar. Önce İngiliz askerlerle danslı bir toplantıya katılırlar, İngiliz ve Alman erkekler Türkiye’deki erkekler gibi sokak ortasında apış aralarını kaşımazlar ki anlatıcı için önemlidir bu, ikinci bölümde Türkiye’ye döndüğü zaman erkeklerin ellerinin kurcaladığı yeri anacaktır yine. Türk İşçi Derneği’nde tanışılan Türk erkekler, sonraları ortaya çıkan Alman erkekler, “elmasını” erkeklere vermek isteyen kadınlar, yaşamın keşfi kısaca. Anlatıcı sosyalizmi o dönem keşfetmeye başlar, zaman geçirdiği erkekler devrimci kanattan olunca ideolojik temel oluşur, anlatıcı ikinci bölümün fırtınasına hazırlanır. Son dönüşüne kadar bir iki kez Türkiye’ye döndüğünde Almanca kursuna giderek dilini de geliştirir. Almanya yeni vatanıdır artık, iş bulur, eve çıkar, Paris’in çalkantılı dönemine yakın yolculuğa çıkarak Paris’teki sosyalist cemiyetlerin yardımıyla bir müddet orada kalır. Akıştır bu, Özdamar kısa cümlelerle sımsıkı bir anlatı kurar, karakterlerini oradan oraya taşır, sağlam olduğu ölçüde geçici ilişkiler kurmalarını sağlar. Anlatıcının İspanyol sevgilisi Jordi’nin yolladığı kartlar anlatının sonunda tekrar ortaya çıkar örneğin, geçirdikleri çok kısa süreye rağmen birbirlerini unutamazlar. Dünyanın en uzun yüzyılının ikinci yarısındaki olayları da anlamak lazım tabii, Franco’nun ölümüyle biten metin 1975’e dek geliyor demek ki, aşağı yukarı on yıllık dönemde Vietnam’ın işgalinden ’68 Olayları’na, Macaristan’ın Rus tankları altında kalmasından darağacındaki üç fidana pek çok acıyı yaşar dünya, bu mevzular gazete haberlerinde kaldığı gibi anlatıcının tam orta yerine düştüğü meseleler haline de gelir. İkinci bölümün unutulmaz bir şiddeti var bu açıdan, oldukça çarpıcı.
“Haliçli Köprü”. Türkiye’ye son dönüşte et yemek istemez anlatıcı, onca aç varken et yemeye utanır. Ailesi kızın geçirdiği değişimi takip edemez, aralarındaki uyuşmazlık trajikomik diyalogların kurulmasına yol açar, matraktır. Anlatıcının yeni tanıştığı iki sosyalist arkadaşıyla birlikte Güneydoğu’daki durumu görmek üzere yola çıkmalarıyla serüven başlar. İP’ye kaydolan anlatıcı sosyalizme dair düşüncelerinin etkisiyle sınırdaki yaşamları görmek ister, arkadaşlarından birinin ailesinin yanında bir müddet kalıp tekrar yola koyularak dağlardaki yaşamları gözlemleyeceklerdir, plan bu. O yolculuk, ardından İstanbul’da darbeden sonraki günler bir anda yığılmaya başlar ansızın, anlatı müthiş hızlanır, çok renkli ve acı bir 12 Mart manzarası çıkar ortaya. Müthiş bir anlatım, John Berger önsözde överek hakkını veriyor Özdamar’ın, kötülüğün sıradanlığı bu kadar iyi anlatılabilirdi. Önce yolculuk tabii, Anadolu’yu boydan boya geçmeye çalışırlarken karşılaştıkları tehlikelerin büyük bir kısmı anlatıcının yüzünden. Denk geldiği eylemlerden birine katılıp gazetecinin birine “anarşik” görüşlerini anlatınca takip edilmeye başlarlar, gazeteci aslında sivil polistir. İP’nin o bölgedeki üyeleri ve sempatizanları olmasa sağ çıkamamaları da mümkündü, neyse ki hemen ortadan kaybolmaları gerektiğine dair haber gelir, ceplerine para da konur, doğruca Ankara’ya. Şu bölümü almalıyım, Özdamar’ın anlatımına dair fikir verebilir: “Sol harekette pek çok jeneratör hikâyesi vardı: Örneğin, pek çok köyde elektrik yoktu. Solcular hoparlörün jeneratörünü bir eşeğin sırtına koyuyorlardı. İlk konuşmacı başlıyor, ama eşek jeneratörle birlikte kaçıp gidiyor, solcularla köylüler gülerek eşeğin peşinden koşuyorlardı.” (s. 195) O bölgenin insanını, dönemin kaos arifesini başarıyla anlatmış Özdamar, detay var, üslup iyi, teknik hoş, dört dörtlük. Darbeyle birlikte ortaya çıkan terör ortamına dair bir şey yazmaya elim gitmiyor ama şunu söyleyebilirim, Sevgi Soysal’dan Füruzan’a, Erdal Öz’den Vedat Türkali’ye pek çok yazarın 12 Mart’la ilgili metinlerini okudum, bu kadar etkilemedi hiçbiri. Ötesiyle berisiyle müthiş bir panorama sunuyor Özdamar.
Nehir roman diyeceğim, yetmez, bir tık ötesi. Hararetle tavsiye ederim, denk gelin inşallah.
Cevap yaz