Demirtaş’ın 12 Eylül’den sonraki yazıları ironi ağırlıklı, tedirginlikten. Bu denemeler o dönemlerin ürünü, cuntaya itirazlar kısıksa da güçlü. Yine bazı fikirlerine katılmak mümkün değil Demirtaş’ın, 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan dergi çeşitliliğini kültürel karşı devrime bağlaması eleştirilebilir. Yapısalcılık, göstergebilim ve dilbilim ağırlıklı dergilere dokundurmalar bariz, öte yandan düzenlenen yarışmalar, edebiyat ödüllerine yenilerinin birer ikişer eklenmesi de her ne kadar bu ödüllerin kazananlarının kararlaştırılma biçimleri oldukça sağlıksız olsa da tam anlamıyla kültürel baskının ürünü olduğu söyleniyor, tartışılır. “Entel” üzerinde dönen makara, eleştiri dozunda, keyifle okunuyor. Entelektüel anlatıcının entelliğe geçişi aşama aşama karşımızda. Ortaköy’deki eski kahveler kapanmış önce, kafelere dönüşmüş, oturacak yer kalmamış oralarda. Entel barlar da şehri ele geçirmeye başlamış yavaş yavaş, izbe bodrum katları, viraneler hemen elden geçirilerek entel barlara dönüştürülmüş. Çiçek Bar en can sıkanı, eskiden iki kadeh atılabilen mekânlar elden çıkmış yavaş yavaş, şekilcilere kalmış. O zaman hemen entel olmak lazım, anlatıcı için zor bir işse de bir iki denemeden sonra başarılı oluyor. “Entel takılmak” için eşe dosta entel takıldığını söylemek başlangıç, sonrasında Çiçek Pasajı’nın yenilenmiş ortamında öylece durulacak, gelene geçene kültürel laflar atılacak. “Aydın” ortalarda yok, kökü kurutulmuş. Malum zat ülke sorunlarıyla ilgili verilen dilekçeye “Aydın Dilekçesi” adını taktıktan sonra Abdülhamit’in de aydın olduğunu söyledi ve cadı avına hız kazandırdı. Hapisler, işkenceler, işten atılmalar derken eskinin münevveri, yeninin aydını ya yola getirildi ya da kendi vatanında sürgün hayatı yaşamaya başladı. Ceyhun o “müseccel aydın”lardan biri, devlet büyüğünün onayladığı üzere sakıncalı. Sakalı yok neyse ki. Solculuğun en önemli sembollerinden biri olan sakal o dönem yasaklanmış, 657’ye dayanılarak bütün işçilerden, memurlardan ve öğretim üyelerinden sakallarını kesmeleri istenmiş, Diyanet’in memurları muaf tutularak. Yalçın Küçük o dönemde Gazi Üniversitesi Rektörü Şakir Akça’ya uzunca bir mektup yazmış, Osmanlı’daki ilmiye sınıfını imtiyazlarından bahsederek bizdeki üniversite kültürünün doğrudan Batı kaynaklı olmadığını, Bizans-Osmanlı kaynaklı olduğunu söyleyerek sakalını kesmeyeceğini söylüyor. Hemen tutuklanıyor, Sultanahmet Cezaevine gönderilerek asker berberlerce saçı sakalı kesiliyor bir güzel. Osmanlı’da durum tam tersi, Şinasi sağlık nedeniyle sakalını kestiği için Maarif Meclisi üyeliğinden atılarak ulemalığından oluyor. Mühim bir şey sakal, Abdülhak Hamit’in Paris’ten ithal ettiğiyle birlikte çeşitlilik artıyor, zaman içinde değişime uğruyor, önemi sabit. Ceyhun kavramlar ve alıntılar üzerinden aydının vazifesini belirliyor sonrasında, Said’in “entelektüel”ine varıyor, üniversitelerin özerkliğinin kaybolmasıyla birlikte akademide başlayan yozlaşmayı anlatıyor uzun uzun. Osmanlı zamanında da benzer olaylar yaşanmış, İstanbul Darülfünunu defalarca kapatıldığı için bizde aydın formülü işe yaramıyor. Üç nesil üniversite okursa işte, ancak o zaman. Ortada üniversite yok ama, 1940’lardan itibaren kurumsallaşabilen üniversite günümüzde aydın çıkarabilir. Şu haliyle o da mümkün değil. Kültürel yozlaşma Ceyhun’un değindiği meselelerden biri, arabesk müzik ve hızlı tüketim kalıcı değerlerin üretilmesini engellediği için entelektüel de entele evrilmiş, çağa ayak uydurarak.
Dergi çıkarma serüveni var, trajikomik. Edip Cansever, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Veli gibi isimlerin çıkardıkları dergilerin pek azı bir yılı doldurabilmiş, daha yakın tarihlerde Vedat Günyol ve Memet Fuat da dergi çıkarmışlar ama uzun soluklu olmamış yine, Memet Fuat yıllarca biriktirdiği parayı dergi çıkarmaya yatırarak birikiminden de olmuş. Gönül işi tabii, hiçbir zaman boşa harcanmıyor o birikimler. Neyse, Ceyhun o sıralarda çıkan dergilere baktığı zaman toplumcu gerçekçilikten uzaklaşıldığını görüyor, yazdığı bir iki eleştiriye Mehmet H. Doğan’ın verdiği cevaba içerleniyor, sanattan vazgeçmeden de toplumun sıkıntılarını anlatmak mümkün. “Dehşetli şaşırıyorum bunları okudukça. Hatta, bazen kendimden kuşkuya da düşmüyor değildim hani… Acaba? Acaba? Acaba biz tekneyi batmaktan kurtarmak için var gücümüzle delik tıkamakla uğraşırken edebiyattaki birtakım yenilikleri, yeni gelişmeleri gözden mi kaçırmıştık?” (s. 47) Öyle gözüküyor, bu yüzden Ceyhun’un görüşlerine katılmadığımız yerler var. Gidişattan memnun değil kısaca, yapısalcılığın soğukluğundan, göstergebilimin neyi gösterdiğini muhtemelen anlamayışından şikâyetçi, hemen eski usul bir dergi çıkarmalı o zaman. Yazarlar bulunuyor, Aziz Nesin her sayıya bir yazıyla katkıda bulunacak. Adnan Özyalçıner gelen öyküleri, Refik Durbaş şiirleri değerlendirecek. Özyalçıner’i o dönemde birden çok jüride yer aldığı için eleştiriyordu Ceyhun, derginin öykü kapısına dikmesi ilginç. Maddi planlar yapılıyor, dergi şu kadar satsa şu kadar gelir, kira bu, kâğıt parası şu. Abonelik de var, düzenli gelir de oradan. İşler tamam, daireye giderek vergi levhasını alıyor Ceyhun, ilk sayının çıkış tarihini belirlemeye çalışıyor. Her şey yolunda giderken Salim Şengil dergiden haberdar oluyor, Ceyhun’u arayarak kadroya dahil olmak istediğini söylüyor. Buluşuyorlar, planlar anlatılıyor, Şengil’in ağzı beş karış açık. Yıllarca dergi çıkarmış adam, kazın ayağının öyle olmadığını anlatıyor, faciadan kurtarıyor Ceyhun’u. Facianın küçüğü vergi dairesinde. Ceyhun işlemi iptal ettirmek için daireye gittiğinde her ay vergi beyanında bulunup ödeme yapması gerektiğini öğreniyor, yıl sonunda bir ödeme daha var. Çıkmayan derginin vergi borcunu ödeyerek yırtıyor kısaca, dairedeki konuşmalar komedi.
Kitaptaki en dikkat çeken kısım tanıklıklar. Hayalet Oğuz’la ilgili bölümün önemli bir kısmı internette yer alıyor, daha az bilinen şeyleri alacağım. Ceyhun’u Fethi Naci arıyor, Hayalet Oğuz’un öldüğünü böyle öğreniyor Ceyhun. Zamanında oldukça yakınlar, Hayalet’in göğsündeki ağrılar artınca dostu Hüsrev Hatemi’den arkadaşını muayene etmesini istiyor Ceyhun. Verem. “Ulan sende ciğer var mı ki?” diye dalga geçseler de herkesin içi buruk, Hayalet son zamanlarında pek iyi görünmüyor. On altı yıldır görmediği annesinin eline düşmekten korktuğunu defalarca dile getiriyor, annesiyle ilgili başkaca bir şey bilinmiyor. Babasıyla ilgili söyledikleri de tutarlı değil, zengin bir adam olduğu bilinse de kim olduğu, ne iş yaptığı meçhul. Cenaze işlemlerini Fethi Naci, Ceyhun ve İhsan Onur tamamlıyor. Onur hemen hiç tanımıyor Hayalet’i, belki bir iki kez karşılaşmışlar ama Onur öyle bir etkilenmiş ki cenaze konusunda elinden geleni yapmaya karar vermiş. Buruk bir hikâye. O Pera’daki Hayalet‘i önereyim. Hayalet’ten sonra Behçet Necatigil geliyor, yine Hüsrev Hatemi çıkıyor karşımıza, Ceyhun’u arayarak Necatigil’in kanser olduğunu söylüyor. Ameliyatla alınamaz tümör, yapacak pek bir şey yok. Yüksel Pazarkaya vasıtasıyla filmler Almanya’daki bir doktora gösterilse de tedaviye zaman kalmıyor ne yazık ki. Yevtuşenko’lu bölüm Çiçek Pasajı’nın en güzel dönemlerini içeriyor, üniversiteye başlar başlamaz soluğu Beyoğlu’nda alan Ceyhun için pasaj tam bir şenlik yeri, kültürel define, her gün kazıp başka bir zenginlik buluyor orada. Yevtuşenko pasajı gördükten sonra kendisi için Tarabya’da tutulan odayı bırakarak Beyoğlu’na geliyor, her gün fotoğraf çekip curcunayı izlemeye başlıyor. Hoş. Nuri İyem’li bölüm de hoş. Yılmaz Güney’le Ceyhun çocukluk arkadaşları, çok şey anlatıyor Ceyhun. Günah da çıkarıyor, zamanında yayınevi kurmuşlarsa da maddi anlaşmazlıklar yüzünden yolları ayrılmış, yıllarca dargın kalmışlar, o sırada Güney’in filmlerini haksızca eleştirmiş Ceyhun, biraz da pişmanlıkla anıyor o günleri. Nikiforos Vrettakos, Ümit Yaşar Oğuzcan, Metin Demirtaş ve Nihat Ziyalan anılıyor en son.
Ceyhun’u eleştirel bir gözle okumalı ama okumalı, babayani anlatımı ve ele aldığı konular ilgi çekici.
Cevap yaz