Samim Kocagöz’ün çoğu yorumu tartışılır. 1971’de yazdığı bir yazıda Türk romancılarının Simone de Beauvoir’nın sorunlarını kapsayan bir roman yazamayacağını, yazarsa gülünç olacağını söylüyor, bunun yanında Türk toplumunun problemleri yüzünden Kafka’nın, Camus’nün metinlerini andıran yapıtlara yer kalmayacağını belirtiyor. “Bizim toplumumuzun basamağı, Silone’nin romanlarının, sorunlarının basamağındadır. Yine çünkü romancı, bütün varlığı ile toplumun, içinde yaşadığı toplumun, ister istemez tutsağıdır.” (s. 5) Rahatsız edici ölçüde tepeden bir bakış. Batılı yazarların ele aldığı konuları bizim yazarların da ele alabileceği bir yana, yeni üsluplara ulaşacak arayışlara da kapıyı kapıyor Kocagöz, ardından konuyu değiştirip masal gibi roman yazanlara çatıyor. Yazılan romanın masala benzemesi nasıl bir problem çıkarıyor, bilmiyoruz ama Kocagöz’ün serzenişine göre gerçek romancı halkın sorunlarına, toplumsal problemlere eğilmelidir, ancak o zaman kendine romancı diyebilir. İsim yok, örnek metin yok, hiçbir şey yok. Edebiyat zaptiyeliğinin örneklerini bugün de görebiliriz. Ortada kocaman bir problem olsun ve karakterler bu problemin etrafında gelişsin, geçer akçe. Toplumun nabzını tutmayan metinler şımarıklığın ürünü, cinsellik yoksa, sınıf çatışması veya benzeri bir çatışma yoksa burjuvazinin ılıklığı metinlere yayılmış demektir. Öyledir, parmağını sallayarak en doğrusunu iddia eden has edebiyatın adamları gözde canlanınca parmak hareketlerinden, hareketlerdeki eminlikten ikna olabilirsiniz. Edebiyat bir yerlere sıkışacaksa işe yarar bir şeylere sıkışsın, söz gelimi tamamen kadına şiddet meselesine odaklanabilir. Bu durumda üslup kaygısı gütmenize de gerek yok, dümdüz tahkiyeyi dayamanız yeterli. Bu rezil çağda güncel sorunları dile getirirken edebiyatın yakasına sarılmaya, anlatıyı belli yollara sürüklemeye lüzum yok oysa, iyi bir metin hiçbir meseleyi konu edinmeyebilir de, bir banka oturup geleni geçeni, otobüsleri, kaldırımları kaydeden Perec’in anlatıcısına tokadı basmak isteyecek hale gelmemek lazım. Çok ince detaylar gözden kaçar belki aynı bakış açısıyla, günün belli saatlerinde dolup taşan kafeler, otobüsler, sokaklar da kör göze parmaklıktan uzakta bir duyarlılık taşımaz mı? Kocagöz’e göre yazar toplumun umutlarını, düşlerini ele almalı, tamamen kendine odaklanmamalı. “Aynaya bakıp, kendi portresini yapan bir ressamın o portresi, bir resim gibi kendisi değildir…” (s. 9) Bu cümleyi savunduğu fikri desteklemek için kullanıyor ama tam tersini de söylüyor farkında olmadan, oto kurmaca çevrenin toplumun, kişiliğin, her şeyin kodlarını içeriyor zaten, veriler metinden taşmadan çıkarılabilir. Tabii ki sadece kendisini kurmaz yazar, bütün bir dünyayı kurar. Devam, Kocagöz romanı değil, romancıyı eleştiren eleştirmenleri ele alıyor, 1970’lerdeki nesnel-öznel eleştiri üzerine kalem oynatıyor. Yazara görev, paye biçen yazıları da var üstelik, bunun yanında Marksist eleştirmenleri de eleştirerek saati ilk kez doğru zaman üzerinde yakalıyor, biraz Memet Fuat’tan, çokça da Fethi Naci’den bahsediyor olsa gerek. Kamplaşmadan şikayet ediyor Kocagöz, yazarların hangi siyasi görüşe sahip olduklarına göre eleştirildiklerini söylüyor, Oktay Akbal ve Demir Özlü bu bağlamda olumsuz yönde eleştirilmiş, hatta Demir Özlü, “İstedikleri romanı bir de bunlar yazsa da biz de okusak,” demiş. Hoş, argümanın zayıflığının yanında haklılık payı yok değil. Başka bir nokta, gerçekçilik konusunda keskin doğruları var Kocagöz’ün, mesela Çerkez Ethem’in romanlarda biraz mağdur edilmiş gibi gösterilmesi zoruna gitmiş, yazarlara tarih veya anı kitapları okumalarını salık veriyor. Taraflı eleştiriler işte, biçilen elbiseye girmeyen metinler iyi değil. “Sayın Ataç” da eleştiri oklarına hedef oluyor bir yazıda, yazarlara nasıl yazmaları gerektiğini söylediği için topa tutuluyor. Köyden bıkmış bir de Ataç, kente odaklanılması gerektiğini söylemiş, Kocagöz de verip veriştirmiş. “Çok zor roman” insanın ve toplumun başlı başına bir olay olarak yazılmasıyla ortaya çıkarmış, anlamın muğlaklığının yanında bu tür kesin formüller Kocagöz’ü Ataç’ın yanı başına yerleştiriveriyor, nesnelliği ortadan kaldırıyor. Son olarak kadınlara yaklaşımı ele alıp eleştiri bahsinden anılara geçeyim, Kocagöz’ün yazıyı yazarken gevrek gevrek güldüğünü hayal ettim ister istemez. Hanımlar biraz alıngan, çabuk öfkeleniyor, dolayısıyla erkek yazarların eleştirilerini alttan almaları lazım. Son nokta: “Yine bence, Kadın romancı, çenesini tutabilen kadındır! Hani örgü örerken, dedikodu ederken konuştuğu gibi yazmayanlar… Gerçi böylesine de iyi yazılırsa, güzel de olur, okunur… Ölçülü yazabilenin erkeği olmaz!” (s. 38)
Halide Edip Adıvar’la anıları çok hoş. Kocagöz İÜ Türkoloji mezunu, kardeşi de aynı okulda İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde okurken bir gün ziyarete gidiyor, amfinin kapısından kardeşini bulmak için içeri bakarken Halide Edip’e “yakalanıyor”, durum anlaşılınca Halide Edip ilgi gösteriyor, zira Kocagöz’ün kardeşi Kocagöz’ün yeni çıkan kitabını hocasına getirmiş, Halide Edip de okuyup çok beğenmiş falan. Şiirden hoşlanmadığını söylermiş Halide Edip, Mustafa Kemal Atatürk’e 1920’lerin başlarında kırıldığı için, “Sizin Atatürk’ünüz; benim Mustafa Kemal’im!” dermiş. Amerikan mandacılığı meselesi de var, belki de sadece Kocagöz’ün şahit olduğu bir mevzu. Demokrat Partili bir milletvekili Halide Edip’ten bahsederken, “Aman bırakın o mandacıyı,” demiş, bu laf Halide Edip’in kulağına gitmiş, köpürmüş yazar. O zamanlar Mustafa Kemal’in memleketi kurtarma soruşturmasında mandacılığı desteklemiş Halide Edip, sonradan Ankara’ya çağrılınca koşa koşa gidip bağımsızlık savaşında önemli roller de üstlenmiş. Atatürk kadar öngörülü olmamakla suçlanmayı kabul etmiyor kısaca, tek kurtuluşu ABD’de araması o dönem bağlamında düşünülmeli. Refik Halit Karay’a karşıysa hiç acıması yok Karagöz’ün, en başından beri yanlış yaptığını düşündüğü yazarın öykülerini beğense de fikirleri yüzünden başına gelenleri hak ettiğini düşünüyor. Balıkçı’yla yaptığı gezintileri sevgiyle hatırlıyor, Bodrum ve civarının gelişmesini doğrudan Balıkçı’nın ekonomik faaliyetlerine bağlıyor ki bir açıdan doğru, o bölgede yetişen çoğu meyvenin fidelerini ilk olarak Balıkçı getirmiş oraya, hatta yırt dışından tohum getirttiği de olmuş, oraları meyve cennetine dönüştürmüş tek başına, ne güzel. Balıkçı’nın kızı İsmet Noonan Kabaağaçlı’nın anılarında görebilirsiniz, Balıkçı karış karış gezmiş oraları, toprağın ne istediğini duymuş. Rehberlik yaptığı dönemde Fransız bir mimarın densizliğine verdiği cevap da sağlam ama mimarın haklılık payı da var, tarihi eserleri mahvediyoruz bir güzel. Neyse, Yakup Kadri’yle neredeyse bir ömürlük yakınlığı var Kocagöz’ün, Bern’den Ankara’ya uzanan dostluk detaylarıyla anlatılıyor, keza Sabahattin Ali’yle tanışlık da çok hoş. Kocagöz’ün ilk romanını tefrika ettirmek için uğraşan Sabahattin Ali, üstelik metni okumadan Zekeriya Sertel’i ikna etmeyi başarıyor ama ne yazık ki metin basılamıyor, malum saldırı yüzünden. Hesse’nin mektubundan da bahsetmek lazım, Kocagöz’ün metinleri Batı’daki antolojilerde yer almaya başlayınca orada tanınıyor biraz, günün birinde çıkıp gelen, Kocagöz’den rehberi olmasını isteyen kadın Hermann Hesse’nin eşi. İmzalı üç kitabını göndermiş Hesse, peşin bir teşekkür. Kocagöz kadını gezdiriyor, sonra pot kırıp Hesse’nin Alman edebiyatına yaptığı büyük katkılardan bahsediyor. Kadın hemen bozuluyor, sinirleniyor ve Alman olmadıklarını, İsviçreli olduklarını söylüyor. Özür diliyor Kocagöz, gerçi nereden bilsin öyle bir duyarlılığın olduğunu. Kadın memleketine dönünce bizzat Hesse’den bir mektup geliyor bu sefer, nazik bir teşekkür mektubu. Ne güzel.
En sonda Atatürk’e ayrılmış bir bölüm var, değinmeden bitiriyorum. Kocagöz fikir adamı, beğenip beğenmemek okura kalmış. Sırf anılar için bile bu kitap okunur.
Cevap yaz