Ateşkes ilan edilmiş, haber cepheye ulaşmış, takatakatak şeklinde hasıl olan taramalı tüfek ateşi tek tüke inmiş, askerler savaşın bittiğine inanamıyorlar, parmaklar hâlâ tetikte, düşmanı gözlüyorlar. Biri gülümsemeye başlıyor sonra, ardından kahkahalar, şenlik. Yanlarında biri yatıyor, haberin ulaşmasından birkaç saniye önce vurulmuş, yaralı veya ölü. Yaralıysa son anlarında neler hissettiğini merak etmiyorum, o yoğunlukta ezilir insan. Ölüyse, eh, yaşanmış bir olay bu, iki büyük savaştan biri sonlanır sonlanmaz vuruluyor askerin biri, belki son bir kez ateş ediyor karşıdaki, intikam için. Barıştan önce onca kaybın telafisi, son bir can. Dehşet öylesi ağır ki bir adada yirmi küsur yıl saklanan Japon askeri savaşın bittiğine inandıramıyorlar bir türlü, adamın varlığı paranoyadan ibaret. Ağır tahribat bu, insanın ruhunu kıran cinsten bir delilik. Savaşa bilfiil katılmış yazarların metinlerinde rastlarız bu tür deliliklere, I. Dünya Savaşı’nda cephede ölen Wilfred Owen’ın şiirlerinde, Tolkien’ın kuşatmalarında, Böll’ün gazdan ciğerlerini kusan askerleri yazdığı romanlarında. Literatür geniş, Lenz de savaş edebiyatına sıkı katkı sağlayan yazarlardan biri. Çevirmen Zeyyat Selimoğlu’nun “Çağdaş Alman Öykücülüğü” adlı makalesinde dönemin Alman yazarlarının çektikleri sıkıntılara değiniliyor çokça, Wolfdietrich Schnurre’nin dediği: “Dilimiz bile kullanılabilir bir dil olmaktan çıkmıştı. Nazi yılları ve savaş propagandası bu dili kirletmişti, sözcük sözcük yeniden kurulması gerekiyordu Almancanın. Gelenek yokedilmişti.” Borchert’i de bir metninden şu alıntıyla anıyor Selimoğlu: “Sevgili Tanrım, bana çorba ver! Ne çare, sevgili Tanrının kaşığı yok.” Hiperenflasyon yüzünden el arabalarıyla götürülen banknotların bir ekmek etmediğini Remarque çok çarpıcı bir şekilde anlatır, Böll’ün de İlk Yılların Ekmeği nam metni keza. Eve Dönüş‘te de savaştan yeni dönen kahramanın para kazanmak için çektiği zorluklara değiniliyordu yanlış hatırlamıyorsam, kısacası koca bir ulusun yıkımını anlatmak çoğu yazarın görevi haline gelmiş, seksen yıl sonra bile döneme dair romanlar yazılıyor, travmanın tekrarlanmaması için “entelektüel şiddet”e başvurdukları da oluyor. Yine Schnurre’den bir alıntı: “Savaş sırasında ya da hemen savaştan sonra yazılanlar, yazar olmayı amaçladığımız için yazılmış değil, başka bir çare olmadığı için yazılmıştır. Duyduğumuz öfke ve sarsıntıdan ötürü yazılmıştır. O dehşetli savaş deneyiminin sonunda, bir uyarı olarak yazılmıştır.” Selimoğlu, bu minvalde kaleme alınan birkaç metni kısaca özetler, savaşın yarattığı sosyal, psikolojik yıkımı anlatan yazarlara değinir, ardından Lenz’in bu metnini özetler.
Savaş Sonu, savaşın sona erdiği günü ve ertesini ele alan, taşıdığı ahlaki ikilemle ilginçleşen iyi bir metin. Mayın tarayıcı bir gemideki Alman askerden dinleriz hikâyeyi, esir düşen Almanları kurtarmak üzere bir limana doğru gidiyorlar, gerekirse çarpışmaya girip kurtarabildikleri kadar esiri kurtaracaklar. Yoldalar, gemi Danimarka kıyılarında ilerlerken Danimarkalılar –Hamlet‘e de bir gönderme var sanırım ya da ben uyduruyorum, kralların yaşadığı yıkık bir kaleden bahsediliyor bir yerde- yarım gözle şöyle bir bakıyorlar gemiye, halkın çoğunluğu işgal kuvvetlerini kanıksamış, sanki ezelden beri oradalarmış gibi. Gemi giderek uzaklaşıyor, komutan yaverlerini çağırıp aldıkları son emir hakkında açıklama yapıyor: Libau’dan esirler kurtarılacak, Kiel’de bırakılacak. Savaşın bittiği haberi gelmeden göreve karşı çıkanlar var, Baltık Denizi’ni gece geçmeye çalışsalar bile düşman gemilerinin arasından ilerleyemezler, tabii bu muhalefet komutanın aldığı emri yerine getirmesinde engel teşkil etmiyor. Askerler aralarında Libau’ya ulaşamayacaklarını söyleyerek tütün veriyorlar birbirlerine, kısa süre sonra gerçekleşen hava saldırısında ölen askeri bayrağa sarıp suya veriyorlar, ölümler de kanıksanmış artık, kimsede duygu emaresi yok. O sırada telsiz başçavuşu geliyor ve teslimden kısa bir süre öncesini yaşadıklarını söylüyor, yandan geçen gemide çiftler oturmuş, kamarotların getirdiği siparişlerine yumulup gezintinin keyfini çıkarıyorlar. Bir yanda yaşam olanca normalliğiyle devam ediyor, askerlerin ne düşündüğünü merak ediyorum. Benimki bunun binde biri değildir ama sivil yaşamı deli gibi özlemiştim, nizamiyeden girer girmez. Kıbrıs’ta hemen yanda Değirmenlik vardı, küçücük bir köy. Okulun zili çalınca çocukların sesini duymaya çalışıp öğretmenliğe döneceğim zamanı düşünürdüm, askerlik bitmiş de İstanbul’a, Küçükyalı’ya dönmüşüm, apartmanın balkonunda bir sigara sarmışım, kahvem var, caddeye bakıyorum, hayalini kurardım bunların. Şu yazı bitsin de inip yapayım yine. Neyse, komutan haberi alıyor ama emir demiri kesiyor tabii, görevi yerine getirmek istiyor. İkilem burada ortaya çıkıyor, bir yandan kendi insanını kurtarmak, diğer yandan sağ salim geri dönmek. Haber kesinleşiyor, İngiliz cephesinde, Danimarka’da, Hollanda’da teslim. Amiral von Friedeburg anlaşmayı imzalamış, savaş bitmiş böylece. Gemi ilerliyor bir yandan, görev. Askerler iki gediklinin önderliğinde isyan edip komutanı ve emir subayını hapsediyorlar nihayetinde, bu da zor bir karar, zira herkes komutana saygı duyuyor, bazıları birkaç yıldır komutanın emrinde. Nihayetinde geri dönüyorlar ve Alman üslerinden birine yanaşıyorlar, yanaşır yanaşmaz gemiye çıkan askerler komutanı hapsedildiği yerden çıkarıyorlar, geri kalan herkesi tutukluyorlar. “Ölüm kalım savaşı” veren Almanlar için yapılanların mazereti yok, ateşkes emrine rağmen görev yerine getirilmeliydi. Mahkeme düzenleniyor, sorumlular yargılanıyor ve iki adam kurşuna diziliyor, cezaları kesiliyor hemen. Komutan mahkeme sırasında kararlar okunurken ölüm cezalarına itiraz ediyor, tayfası için çok ağır bir ceza bu. İnfazdan önceki huzursuz bekleyiş, mahkeme sahneleri oldukça etkileyici, çelik gibi bir vazife aşkıyla işini yapan rütbelilerin karşısında kendilerini savunmaya çalışan askerlerin içindeki bir parça umudu görebiliyoruz ama hiç şansları yok ne yazık ki. Silah sesleri koğuşlarda yankılanırken flamacı bu yaşananın cinayetten farksız olduğunu, savaşın bittiğini haykırıyor, sadece bir şey demiş olmak için.
“Barışın Kenarında” adlı ikinci bölümde Lenz’in 1988 Barış Ödülü konuşması yer alıyor. Barışla uzlaşmak üzerine birtakım fikirler var başta, ifade özgürlüğü olmadan barış olmayacağını söylüyor Lenz, sessizlikle geçiştirilen cılız görüşler dikkate alınmadan uzun süreli, mutlak bir barışın sağlanamayacağını düşünüyor. Edebiyatın işlevine değiniyor sonra, PEN’e üye ülkelerdeki hapsedilen yazarları anıp ekliyor: “Düşler dünyasına sürülsün, düşlerin dava vekilliğini yapsın: Çoğunlukla böyle olması istenmiştir yazarın. Olanakları akvaryumun cam duvarında son bulan bir süs balığı: Böyle oldu mu tahammül edilebilmiştir yazara. Edebiyatın, kendini hep yazgısına terk edilmiş bulduğunu belirtmek gerekir, ya kuşku duyulduğu için ondan ya da zararsız duruma getirilmek için.” (s. 65) Barışçıl olmayan bir edebiyat gerekiyor, topyekun barışa ancak uzlaşmacı olmayan bir edebiyatla varılabilir, çarpıklıklara değinmekten korkmayan, sesini yükselten edebiyat küresel ısınmadan gelir eşitsizliğine kadar pek çok probleme dokunabilir. Sağaltıcılığı başta pek etkili olmasa da sürekli bir etki yaratır, böylece duyarlılığı artırabilir. Yeni bir siyaset anlayışını da imleyebilir, gücü buna yeter. “Çağrılarla, uyarılarla hiçbir sonuca ulaşılamaz, onun çaresizliğini, etkisizliğini biliyoruz. Çare ancak ekonomi ve sanayinin doğadan gasp ettiği etki alanını geri almaya hazır, eylemci ve düş gücü olan bir politika ile mümkündür, bir değişiklik ancak bu yoldan gerçekleşebilir.” (s. 80)
İyi hikâye, iyi novella. Denk gelirseniz kaçırmayın bence.
Cevap yaz