Mustafa Tüzel çevirisi, pek kimsenin bilmediği ve muhtemelen okumadığı bir metin. Kanat’a sonsuz teşekkür, Telos’a da, aslında büyük işler yapan ufak tefek yayınevlerinin hepsine. Onlar olmasa bu kitaplarla karşılaşamayacağız veya karşılaşmamız gecikecek. Loetscher’ı bildim mesela, sevindim, öyküyle uğraşanların okumasını isterim. Kendisi 1929’da Zürih’te doğmuş, ilk romanı 1963’te yayımlanmış, ardından 1981’de City University of New York’ta açılan ilk İsviçre Kürsüsünün başkanlığına getirilmiş. 1996’da Ankara Alman Kültür Enstitüsünün Ankara Kitap Fuarı çerçevesinde düzenlediği “Almancadan Türkçeye Çeviri Sorunları” başlıklı sempozyuma katılmış, bu kitaptaki öykülerinden bazılarını okumuş, pek hoş. Biyografisinden çalıp çırpmam bu kadar, öykülerine geçeyim. İthafı en sona bırakmış Loetscher, olduğu gibi almak istiyorum: “Bu öyküler Herkül’e, damlara ve teraslara tırmanan, hâlâ var olup olmadığımı görmek için ara sıra beni ziyaret eden, kendisini serbest bıraktığım ama gece dışarı çıkmadan önce geriye bakıp karanlıkta onu izleyip izlemediğimi kontrol eden ve o anlarda Mısır dilinde konuşan kara kediye adanmıştır.” (s. 110) İlk öyküdeki kedi muhtemelen bu, siyah kürklü ve oynak bir mahluk. Loetscher her öyküde bir hayvana yer veriyor, kısa bir zaman aralığında hayvanları gözlemliyor. Başlarda sadece hayvanların devinimlerini aktarırken insanları da katıyor, hayvanlar yine merkezde olmak üzere mezbahadaki insanlar, evcil hayvan sahipleri beliriyor, ardından hayvan kostümü giymiş insanların gösteri sırasında yaptıklarını irdeliyor, televizyon programındaki bir hamsterın, ressamın tuvalindeki kızılgerdanın, müzedeki bir mamutun ahvalini anlatıyor, metinler oyunlu bir hale geliyor. Eğlenceli. Başlarda sadece hayvan gözlemciliği varken sonlara doğru şenleniyor öyküler, güzel.İlk öykülerde hayvanların davranışları sonraki öykülerdekine göre çok daha detaylı, anlık bir takipten bahsedebiliriz. Örneğin “Mart Kedisi”nde kedinin tasviriyle başlıyoruz, ardından caddelerde ve sokaklarda sürttüğü sırada sıçradığı, tırmandığı yapılar geliyor. Gezinti sırasında kuşlar kaçışıyor, kedi birkaçını avlamaya çalışıyor, ardından çiftleşmek istediği dişi kedilerin peşinden gidiyor, orada da birkaç macera, en sonda girdiği evde halının üzerine yatan kedinin hayaları kesildikten sonra oluşan yara izi veriliyor, son. Öykülerin sonları hikâyeyi güzel bağlıyor, sadece birkaç olayın sıralanmasından çıkarıyor anlatıyı. “Piliç ve Güneş Işığı” nam öyküde yürüyen piliçlerle dolu bir üretim tesisi anlatılıyor, pilicin teki tıka basa yiyor, önüne çıkanları gagalıyor, eşiniyor, kıdem bildiren seslerin arasında bazı hayvanlara yanaşıp bazılarına yanaşmıyor, en sonda yürüyen banttaki çengele takılmak için sıraya giriyor, oradaki her hayvanın nihai sonu. Bunun ağaçlı versiyonunu Rush yapmıştı zamanında, şahane bir şarkı. Şu grubu canlı izlemeden ölmeyeyim diyordum ki Neil Peart hayatını kaybetti ne yazık ki, çok üzücü. Neyse, karıncaların dünyası çok daha ilginç, Loetscher sağlam araştırmış belli ki. Karıncanın kanatları yok, cinselliği dumura uğramış, dış görevde çalışıyor. Küçük böcekleri de bitki özleri kadar seviyor, besin kaynağı bulduğu zaman koloniye dönerek diğerlerine haber veriyor, yuvanın besin ihtiyacını karşılıyor. Manastırın sıvasının yenilenmesi için çalışmalar başlayana kadar işler yolunda gidiyor, iskelenin kazığı yuvayı ortadan deşince casuslar koşturuyor, demire asit püskürtüyorlarsa da yapacak pek bir şey yok, kraliçeyi kurtarıp başka bir yerde koloni kurmak üzere uzuyorlar oradan. Bizim karınca otuz sekizinci, ardında otuz yedinci ve önünde otuz dokuzuncu var, ölene kadar çalışacaklar.
Akvaryumda bir palyaço balığı, derin suları bir apartmanın üçüncü katında, kira evindeki bir akvaryumun dipleri. Haftadan haftaya su değişiyor, mercan iskeletlerinin yerleri tanrılarca oradan oraya taşınıyor, balık dört bir yanındaki manzaraya bakarak bulanıklığın ardındaki dünyayı görmeye çalışıyor. Duvarlar, bir televizyon, tavan, eşyalar, anlaşılmayan bir dünya. Yeni evli çiftin fotoğrafına doğru yüzüş, ardından pencereye doğru. Ekrandaki alevlerin yansıması suya vuruyor, balık korkuyor, izini 200 litrelik bir okyanusa bırakıyor, küçük dünyası engin bir evren. Başka, “Mezarlıktaki Fare”. Mezarlıkta farelerin keyfi yerindeydi bir süre, birinin babası zehirleniyor, kardeşleri tuzaklara yakalanıyor veya açlıktan ölüyor ama esas fare yaşıyor, mezarların arasında yiyeceğini buluyor, ta ki krematoryum inşa edilene kadar. Tabutları ve bedenleri kemiremiyor artık, kül dolu kavanozlardan da kendine ziyafet çekemiyor, tayfasıyla birlikte göç ediyor. Bir bankanın bodrum katına girip dolanıyor, mal stoklarının bulunduğu raflarda dolanıyor, ailesinden pek çok fare açlıktan ölüyor orada, aslında öykünün yarısı bu ölümlerden ibaret. Günler Aylar Yıllar‘daki sıçan ölümlerle aynı, çok hızlı ve çok önemsiz. Sonra Katolik mezarlığına giriyor, neyse ki oradaki bedenler yakılmıyor, cennete düşüyor bizim fare. Haçların, bahçıvanların ve bekçilerin arasında tedirginlikle yaşamaya başlıyor. “Güzellik Yarışmasındaki Kaniş”, “Sağılan İnek” gibi öykülerden sonra iş yavaş yavaş ilginç noktalara geliyor, “Konak Değiştiren Kasıkbiti” değişik. Tırnakların yerine göre konumunu değiştiren bit, cinsel ilişki sırasında diğer bedene geçiyor ve görece daha iyi bir konak buluyor kendine, dişlerini geçirip kan emiyor ve tehlikeden kurtulmanın verdiği rahatlıkla yayılıyor bir güzel. “Sinek ve Çorba” yine geren bir öykü, çorbaya düşmeden ekmeğine bakmaya çalışan bir sinek nihayetinde tabağa düşüyor ve hazır çorbanın içinde ölüyor. “Hayvan Doldurucudaki Baykuş” tam bir anatomi öyküsü, hayvanın doldurulacak her yerini temizleyip boşaltan ellerin en ufak hareketini bile görüyoruz, hayvanın gözlerinin oyuluşuna şahit oluyoruz, süreç aşama aşama anlatılıyor. “Çekirge Salı” bir çekirge sürüsünün hikâyesini anlatıyor, önüne çıkan her şeyi yiyen sürü en sonunda açık denize ulaşıyor, yorgun düşenler suya çakılıp ölüyor, ölülerin üzerine düşenlerse salı yönlendirerek yeni avlarına doğru yola çıkıyor. “Evden Atılan Kirpi” insan popülasyonunun en yüksek olduğu öykü olabilir, diğerlerinden biraz daha ayrık. Arabayla çarptıkları kirpinin yavrusunu evlerine götüren ailenin üyeleri kirpiyle farklı farklı ilişkiler kuruyorlar, çocuk çok seviyor hayvanı, yaşlı olanlar hayvanı besleyip bir an önce doğaya salmaya çalışıyorlar. En sonunda bırakıyorlar hayvancağızı, ardına bakmadan uzaklaşıyor. Biraz hüzünlü. “Uzay Kapsülündeki Maymun” son olsun, kitaba adını veren öykü. Bir grup maymundan en zekisini uzaya yolluyorlar. Seçim sırasında maymunların yeteneklerine bakıyorlar, bazıları son aşamada yanlış bir şey yaparak eleniyor, bizimki her şeyi doğru yapınca yallah uzaya. Acıktığı zaman bir kolu indirmesi lazım, susayınca başka bir kol, bir de yaşaması gerekiyor işte, kendini öldürmemeli. Hayvan psikolojisi açısından da bir test, gerçi yeryüzünde yapılabilecek her türlü testi yapıyorlar ama uzayda işler başkadır sanıyorum. Burada altı ay boyunca kapalı kalmakla uzayda kapalı kalmak arasında ne gibi bir fark olur, bilemiyorum ama olur. Pencereden bakmak bile acayip fark yaratır, bir yerde mavi gökyüzü var, diğerinde simsiyah bir uzay, yıldızlar. Sanırım uzayda kapalı kalmak daha iyi, hep gece. Gerçi bir süre sonra geceden de bıkar insan. Bilemiyorum, zor işler bunlar.
Loetscher ilginç anlatıların kurucusu, hayvanları laboratuvar ortamında incelermiş gibi kuruyor ki laboratuvarda geçen öyküler de var. Bunun yanında benzetmelere başvurarak anlatıyı kupkuru olmaktan kurtarıyor, renklendiriyor, keyifli bir hale getiriyor. İlginç bir deney, denk gelinirse okunsun.
Cevap yaz