Mahfilleri az çok biliyoruz, toplanılan yerleri, matineleri, edebiyat olaylarını sağda solda okuduklarımızdan öğrenebiliyoruz da Ermeni yazarlara dair hiçbir bilgiye rastlamıyoruz. Merak ediyorum, o yıllarda hiç mi iletişim kurulmadı, bir masanın etrafında hiç mi toplanılmadı, tuhaf. Ekşi Sözlük’te şöyle bir bilgi var, her ne kadar Türk edebiyat çevreleriyle yakın ilişkiler kursalar yaşanan sayısız zorluk sonucunda kapalı bir topluluk olarak kalan Ermeni yazarların metinleri o yıllarda Türkçeye çevrilmemiş, yazık olmuş bence, bu kadar gecikilmemeliydi. “1940’larda İstanbul’da ilerici bir akım büyük bir hızla tüm edebiyat çevrelerini etkilemekteydi. Taksim’deki Eptalofos Kahvehanesi ise onların buluşma yeriydi…” (s. 7) Necatigil’inden Cansever’ine pek çok yazar, şair, entelektüel gidermiş Eptalofos’a, sonradan Ulus olmuş adı, yazarların anılarını o yıllardaki temasları içerebilir diye biraz daha dikkatle okuyacağım bundan sonra. Gobelyan da oralarda dolanmış bir süre, dayısının kişisel kitaplığından yararlanarak kendini sürekli geliştirmiş ki bir öyküsünde cameo kralı olarak ortaya çıkıyor, berber karakter isim vermeden anlatıyor Gobelyan’ı, çocukla iftihar ediyor çünkü on dört yaşından sonra okulu bırakıp çıraklığa başlamasına rağmen durmadan okur, Ermenilerin meşhur gazetelerinde öykülerini yayımlatırmış çocuk. İzmit Bardizag (Bahçecik) kökenli Ermeni bir ailenin oğlu, 1923’te Rumelihisarı’nda doğduktan sonra mutlu bir çocukluk sanıyorum, Taksim Esayan Okulu’nu bitirip hayata atılıyor: bakkal çıraklığı, oto tamirciliği, marangozluk, nikelajcılık. İkinci Dünya Savaşı sırasında dört yıl askerlik yapıyor, ardından yazı çizi dolu bir yaşam. Beyrut’ta bir gazetenin yayın yönetmenliği, İstanbul’a dönüş, Agos‘ta mesai. 2010’da hayata veda edene kadar az sayıda metni çevrilmiş, Memleketini Özleyen Yengeç Türkçeye çevrilen ilk kitabı. Öykülerdeki mahalle havasını kaybolmaya yüz tutmuş bir zenginliğin son izleri olarak görebiliriz, Gobelyan kıyıda köşede yaşayan insanları anlatırken İstanbul’un renklerini ortaya çıkarıyor. “Memleketini Özleyen Yengeç”e bakıyorum, Gobelyan’ın öykülerinde geçmiş zamanı arayışının gerekçesini, metinlerini çatma biçimini daha ilk cümlelerde buluyorum: “Her ziyaretinde bizimkilerin memleketinden söz açılır, eski anılar anlatılır ve o da mutlaka memleket ziyaretlerinden birinde yaşanmış olaylar anlatırdı. Bunlardan hiçbiri olmazsa bile, yeni ve ilginç bir buluntu günün konusu olur, konu da bir açıldı mı gizli acılar ve gün yüzü görmemiş acı tatlı hatıralar birbirini kovalardı.” (s. 11) Çok alakasız ama liseden üç arkadaşı hatırladım şu an, Dayk, Arat ve Sarven, arkadaşlığımız pek derinleşemediyse de onlardaki tavrı gördüm, etkiledi. Anlamlandıramıyordum tabii, aşırı saygılılığın sebebi neydi, neden sırf okulla sınırlıydı iletişimleri, biz Kadıköy’e giderken neden hiç gelmezlerdi, sonradan yine anlamadım da aydım az, Sarven’le liseler arası müzik yarışması için provalara giderken azıcık çekindiklerini söylemesini eşelemeye kalkınca konuyu değiştirmişti, ben samimi olduğumuzu düşünmüştüm ama aşamayacağımız bir engel vardı aramızda. Şimdi bu öyküleri okurken Gobelyan’ın anlattığı mahallelere neden giremeyeceğimi, daha doğrusu o mahallelerin bazı yakınlıklara neden kapalı olacağını görüyorum, bir serabı izler gibi izliyorum anca, yitenin acısını duyuyorum. Yengeç işte, yurdundan koparılmış da eve getirilmiş, Bardizag’dan Rumelihisarı’na muhtemelen. Dayı anlatıyor hikâyeyi, ne yapıp ne ettiyse yaşatamamış hayvanı, sonra alkol dolu bir kavanoza koyup saklamış, canı isteyince bakıp dururmuş. Hüznün nesi bu, fiziği falan değil, biyolojisi. Eğlence için mi getirmişti, muhtemelen, yoksul Ermeniler yaşama böyle tutunuyor. “Yama”da anlatıcının yamalı kıyafeti yüzünden âşık olduğu Noyemi’den kaçması başka türlü hüzünlü. Çocukluk arkadaşları aslında, birbirlerinin ne yiyip içtiğini biliyorlar, araya yıllar girince karşılaşmaktan başka yol yok görüşmeleri için. Anlatıcı bir vapur, bir tramvay ve ardından tabanvayla varıyor Taksim’deki okuluna, vapura bineceği sıra Noyemi’yle karşılaşıyor. Muhabbet ediyorlar, dönüş vapuruna birlikte binecekler de elbisesindeki koca yamayı hatırlıyor anlatıcı, Noyemi görmesin diye bir bahane uydurup iskelede kalıyor. Sonraki vapur çok geç, tersane işçileri, balıkçılar ve telefon idaresinin gececileri kullanıyorlar daha çok, anlatıcı onların arasına karışıp eve döndüğünde sorguya çekiliyor. Vereceği bir cevap yok, çekiniyor ama anlıyor ki ailesi sezmiş durumu, annesiyle babası hiçbir şey sormayacak. Aşk girdi öyküye, yokluk hikâyeleri arka arkaya geliyor artık: “Denizkızının İhaneti” defterlerini bitirdiğini söyleyerek ailesinden yüz para koparan çocuğun rüyaya kapılmasının öyküsü. Baba kaç yüz paradan sonra kızmaya başlar ama çocuğun aklı gitmiştir bir kere, panayır mı neyse, denizkızı sergilenmektedir, çocuk çadıra girip kadına bir düş ürünüymüş gibi dikkatle bakar, kadının yolladığı öpücüklerden ötürü kızarır. Arkadaşlarını inandıramaz diğer yandan, istavroz çıkarır, yemin üzerine yemin eder ama beş kişilik tayfa neredeyse yalancılıkla suçlayacaktır çocuğu. Ne zorluklarla para biriktirir anlatıcı, çocukların hepsine gösterir denizkızını, iddiayı kazanınca çektiği zahmete değen ödülünü alır. Üç dört sene sonra Hampartzum Yortusu, anlatıcı arkadaşlarıyla birlikte Yedikule’ye giderken bir mekânda oturuyorlar, yan masadaki muhabbete kulak veriyorlar. Kadın pazarlığı, sesini yükseltip fiyatını biçen kadını bir yerlerden tanıyor anlatıcı, gerçeği gördüğünde kafasından aşağı kaynar su. “Peki ya kazazedeler… Tek bir tane vardı: Çocukluğum. Hayatın acı gerçeklerinin kayalıklarına çarpıp parçalanmıştı. Her denizkızı bir deniz kazasına sebep olur ya; işte, çocukluğumun saf düşleri de bir denizkızının eliyle çarmıha gerilmiş ve yok olmuştu.” (s. 24)
Mahallelerin derinliklerine girelim, “Dulun Oğlu”nda Meliha Hanım’ın yalnız yaşamının mahalleyi sağlam bir çalkalaması işleniyor. Her gün aynı sokaklar, aynı dükkânlar, aynı yiyecekler, Meliha bitmeyecek bir döngüyü yaşıyor, mahalleli bu yalnız ve sessiz kadının hayatını merak ediyor ama yakınlaşmaya sebep olacak bir bahane olmayınca dedikoduya başlıyorlar, selam vermekten erinen kadını yerin dibine batırıyorlar resmen. O ne, gençten bir adam geliyor Meliha’ya, bir süre birlikte yaşıyorlar, yine bir dünya dedikodu. Derken anlaşılıyor ki Avrupa’dan gelen oğludur o adam Meliha’nın, bir süreliğine misafirdir. Eve gelip gidenin haddi hesabı olmaz, oğlanı görmek isteyenler kapıya yığılırlar resmen, düşük dozlu dedikodularına Meliha’nın iştirak etmesini beklerler ama ilgilenmez Meliha, birkaç basit lafla geçiştirir. Oğlan gittikten sonra her şey normale döner, bu kez oğlanın piçliği, Meliha’nın zamanında altına yatmadığı kimsenin kalmaması, akla ne gelirse söylenir, mahallede yayılır. Küçük yerin sosyal kodları işte, asgari ölçüde iletişim kurmayan dışlanır, yabancılanır, tehlike olarak görülür. Diğerlerine bakalım, Kir Bodos var mesela, mahallenin bakkalı. Evinden ilahi sesleri gelir akşamları, komşusundan dayak sesleri, Stavro’nun sattığı şeyleri bağıra bağıra duyurması derken ses kaosu. Canlıdır mahalle, herkesin mutlaka bir derdi vardır, bakkal defterinden biliriz. Kir Bodos zamanı gelince herkesi çağırır, yiyip içtiklerinden yaşamlarının muhasebesini yapar. Çok mu içiyor biri, borcu önceki aydan daha mı fazla, hemen eşiyle kavga ettiğini düşünür borçlunun, varsayımları da boş çıkmaz genelde. İyi biçim, iyi konu. Stavro’lu ayrı bir öykü geliyor sonra, bu uçtum akıllı adamımız bir süre iyi para kazanınca har vurup harman savuruyor, sonra mahallelinin tanıdığı yarı deli adam haline geri dönüyor, o sıra patlak veren İkinci Dünya Savaşı’yla kendi kaderi paralel ilerliyor. Gobelyan’ın ilginç buluşları var böyle, mahalleyle dünyayı denkliyor bazen, işçilerin patrona karşı anayasadan medet ummalarıyla işçi hareketlerini görmezden gelmediğini anlıyoruz, hastanelerdeki sınıfsal ayrımın yarattığı çatışmalar, bir dünya mesele. Toplumun hemen her sorununa, insanca yaşamaya duyarlı bir yazar var karşımızda, okusak ne güzel.
Cevap yaz