Tomris Alpay – Gülsün, Agavni, Zilha

Zincir öykülerde karakterlerin öyleli böyleli hallerini görürüz, bir öyküde öfke fırtınasına kapılmış kadın başka bir öyküde sakinlik zortlamasına bulanmıştır, tutarlılıklarını veya tutarsızlıklarını daha iyi inceleme imkanı buluruz, iyidir. İnsan çünkü, mesela çok şeker biriyim ama geçen sene bir kriz geçirdim, masaya monitörü dan dun devirirken herkes sağa sola kaçıştı. Biri o zamanki beni yazsa tam bir öküz olurum, şimdi yazsa şeker şerbet sıpayım. Alpay’ın öykülerindekilerin hemen hepsi iyi insanlar, daha doğrusu iyi olmaktan, dayanışmaktan başka çareleri olmayan insanlar, hırslarını, kıskançlıklarını törpülemişler. Karikatür görünümü yok, gayet doğal bir seyirde iyilik. Zincirin halkaları yoksul insanların oturduğu mahalleden yapılma, azınlıklarla Türklerin kader ortaklığı –bu kavramı da hiç sevmem ama karakterlerin inanç dünyalarının niteliğini düşününce, eh- toplumsal çalkantılarda insanları perçinliyor birbirine. 6-7 Eylül’de evine Rum ve Yahudi komşularını alanından Rumeli düşerken Türk komşularının kapısına haç çizip yıkımdan kurtaranına türlü insanın hikâyesi var, bu açıdan mücevher öyküler. Ne şenlikliymiş mahalleler, İstanbul ne bereketliymiş, yasını tutuyor okur ister istemez. Bir tam, bir yarım arızadan bahsetmeli burada, Alpay gözlemci atadığı öykülerde hiçbir şekilde değiştirmiyor tonunu öykünün, ne de gözlemcinin veya karakterlerin sesini. Tekdüze anlatımdan kaçınmak için hikâyeye sığınırsak ki risklidir ama hikâyeler parlak, şükür, bir nebze olsun sıkıntı azalıyor, yine de mevcut. Yani kedi geziniyor ilk öyküde, mahallenin girip çıkmadığı evi yok, hatta dehlizlere falan inip deniz kokusunun kaybolduğu derinliklere kadar ilerliyor da sonunu görmüyor tünellerin, öyle de maceracı bir sıpa ama kedi bizim birkaç öykü sonra duyacağımız Hacı Ana gibi konuşuyor, sakin sakin, ağdalı. Ya mahallenin bütün canlıları Hacı Ana’dan hallice ya da Mırnav’ın purlamasının türevlerinden başka konuşma duyulmuyor sokaklarda, ilginç.

“Mırnav” mahallenin sakinlerini şöyle bir tanıtması bakımından işlevsel öykü, kedinin kullanılış biçimi açısından son derece işlevsiz bir öykü, hasılı bir öykü. Açık kapılardan istediği eve girer çıkar, ortalıkta dolanır. Mahallenin güvenli ortamını kilitlenmeyen, açık veya aralık kapılardan okuyalım bir zahmet. Esma Sultan’ın yaptırdığı namazgâh hakkında da maşallah canavar gibi bilgisi var Mırnav’ın, helal. Rasim Bey’in evine gidiyor, adamın TSM plaklarını bütün mahallelinin dinlediğinden bahsediyor, sonra Marangoz Mahmut Bey’in evine, Sarmaşık Sokak’ın en büyük bahçeli ahşap evlerinden birinde yaşayan ailenin mutfağından faydalandığı için her gün orada. Fatma Hanım’la üç oğlunun yaşamlarına sonraki öykülerde tanık olacağız, Zeytincilerin kızı İpek’in sabaha karşı beyaz geceliğiyle sokaklarda dolanışına, Doktor Zaven’in hazırladığı teskin edicilerle ayakta zar zor duruşuna daha evvel. “Bir sırrım daha var. Zeytinciler büyük kızları İpek’in bahçedeki incir ağacında asılı cesedini bulduklarında, bu benim için çoktan sır olmaktan çıkmıştı. Çünkü sabahın ilk ışıklarında gözlerim beyaz entarili kadını ararken, onun bir ağacın dalında sallanan narin bedenini ilk ben gördüm.” (s. 14) Karakterlerin bazıları tabloya yerleşti, kitaba adını verenlere gelelim, “Agavni”de anlatıcı mahallenin manavına kasabına göz atarken çarşının, kese kâğıtlarının muhasebesine girişir: “Bizim çarşı esnafı çoğunlukla okunmuş gazeteleri un ve suyla yapıştırıp kese kâğıdı olarak kullanır. Kese kâğıtları o gün bütçenizin el verdiği alışverişi dışarı vurmaz, saygılıdır, içindekileri meraklı gözlerden gizler. Her birinin gizli bir öyküsü de vardır. Ev kadınları, yaşlılar, yaz tatilinde çocuklar ev bütçesine katkıda bulunmak için kese kâğıdı yaparlar, filelerine koyup kimse görmeden alıcılarıyla buluştururlar. Fileyi taşıyan kişiyle kese kâğıdı yapanların öyküleri birbirine sarılır.” (s. 16) Agavni’nin pazardan aldıkları ev halkını doyurmaya yetecektir o gün, üç oğlanla bir eş, bir de kayınvalide, ziyade olsun. Agavni’nin annesi Nimet’le babası Haçik’in siyah beyaz fotoğraflarından açılacak hikâye, Kayseri’den Kırşehir’e kaçışlarının ardından mübadele zamanı yaşanan şiddet olaylarının sonucunda bir halı tüccarının yardımıyla kendilerini İstanbul’a zor attıklarını öğreneceğiz. Haçik yakışıklı, dağ gibi bir adam ama siyanürle çalıştığı için ciğerleri eriyor yavaş yavaş, Nimet’le Agavni yalnız kalıyorlar. Nimet’in çalışmaya başladığı yere ıvır zıvır almaya gelen Behruz’la konuşmaya başlıyor Agavni, gönlünü kaptırıyor, Nimet hastalanıp ölmeye yattığında Behruz’dan Agavni’ye göz kulak olmasını istiyor. Kimseleri yok, hayatta birbirlerini bulan yoksul âşıklar için en kıymetli varlık bu, annenin kaderi kızının da kaderiyse ölümün yakın olduğunu mu düşünmüştür Agavni? Annesinin başka bir şey kastettiğini anlıyor kaç zaman sonra, birbirlerini seven insanlar hayata karşı çok daha güçlüler. İki ay sonra evleniyorlar, taşınıyorlar Sarmaşık Sokak’a. Öyküler sarmaşık, kıps.

“Akrebin Ölümü” gibi alengirli öykülerin yanında tek bir hikâyeye bağlı kalanlar kısa, bundaysa kabulleniş var, öfke var, yine Agavni var, uzunca. Cenazede dedikodu çoktan ayyuka çıkmış, öyle anlaşılıyor öyküden, Gülizar’ın tepkisini merak edenler -aslında bütün mahalle- camide. On dört yaşındayken evlendirilmiş Gülizar, Cevat çok daha yaşlı ama çalışkan, mahallenin erkeklerinin hemen hepsi çok çalışkan, para tutabiliyorlar üstelik, Cevat da Gülizar’ın elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış, aslında sıcak suya da sokmamış çünkü fanusa almış sanki kadını, dünyanın kederlerinden uzak tutmuş ama mutluluktan da uzak tutmuş gibi görünüyor. Gülizar’ın gördüğü rüyalar ve temizlik hastalığı ana hikâyeyi genişleten iki yan çizgi, Agavni’nin gelip baktığı fallarda görünen kadın ve çocuk başlarda yok, Gülizar sadece karanlıklarda koşturduğunu görüyor, anlamıyor tabii. Temizlik başlı başına dert, türlü hayvan basıyor evi, akrepleri temizlemek için çareler. Bir yandan çocukları olmuyor, Cevat sessiz sessiz namaz kılıyor geceleri, Gülizar rüyalarındaki kadını Eleni’yle gittiği kilisedeki mumları izleyen beyazlı kadına benzetiyor. Kısa zaman atlamalarıyla ilerliyor hikâye, Fatma’nın büyüdükçe Cevat’a benzediğini fark eden Gülizar zaten bir sezi tohumu olarak içinde yatan ihtimalin gerçek olabileceğini ilk kez o kadar derinden hissediyor. “Agavni dört yıl önce, Surp Harutyan Kilisesi’nin tenha bir köşesinde görmüştü Münevver’i. Ellerini kavuşturmuş, gözlerini kapamış çelimsiz bir kızcağız. 1915’te Müslüman bir ailenin yanına verilen annesi, erken yaşta evlendirilmiş ve kısa zamanda da dul kalmış. Münevver babasız büyümüş. Yalnızlığın ve yoksulluğun ürkekleştirdiği bu genç kadına kol kanat germesi için Cevat’tan yardım isteyen, Agavni olmuş. Ne bilsin sonunun nereye varacağını?” (s. 32) Âşık olmuşlar onlar da, Fatma olmuş, olay bu. Gülizar’ın yaşayacağı çok yılı yok, yaşam nefret yükünü taşımak için çok kısa, bu yüzden Münevver’in oturduğu bodrumdaki tek göz odaya Agavni ile gidip kadınla kızından eşyalarını toplamalarını istiyor, yarın büyük eve taşınacaklar, beraber yaşayacaklar artık. Kilisede bebek taşıyan kadına bakıp gülümsemesiyle Gülizar’ın öyküsü sonlanıyor, kitaptaki en iyi öykülerden biri. “Eleni’nin Üzümleri” bir diğer iyi öykü, ardışık, Bozcaada’dan göçen Eleni’nin reçel, salça, üretimindeki pek çok incelik gibi nostaljik manzaralar her öyküde var, yarım arızadan kastım bu ama öyle bir kuruyor ki öyküyü Alpay, Eleni’nin bir mirası yaşatmasını mirasın köklerinin yaşamlarıyla birlikte izliyoruz, usul usul ilerliyor sarmal çizgi. Anlatı baştan gözetilince okurun kafasına düşen bilgi topakları oluşmuyor yani, baştan sona yayılmış halde karşımıza çıkıyor, çok iyi. Roman hacmine rahatlıkla genişleyebilecek anlatılar, öykü olarak daha yoğun, daha etkileyici. Kazandığı ödülü sonuna kadar hak eden bir kitap sanıyorum, okunmasını tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!