Üç röportaj dizisi var kitapta, ilki memleketten kaçırılan tarihî eserlerin nasıl kaçırıldığı, neden kaçırıldığı değil çünkü besbelli, kimlerin kaçırdığı ve kimlerin kaçırılmasına müsaade ettiğiyle ilgili araştırma, soruşturma, azarlama da diyebiliriz, yakaladığına bam güm sormuş Tarık Dursun K., ne cüretle kaçırdıklarını öğrenmeye çalışıyor ama sessizlikle karşılaşıyor. Safsatayla ya da, gerçi Halikarnas Balıkçısı’nın bu eserler burada murdar olacaksa ki oluyor, kaçırılıp süper şartlarda bakılıp sergilenmesine alay yollu onay vermesinin temelinde bizim bürokratların safsatalarının bıktırıcılığı var da söz gelişi Amerikalı bürokratın saçmalaması çekilir gibi değil gerçekten. Tam röportaj bunlar, sınırları belirsizleştiren yazılar öyküye daha yakın, Tarık Dursun K. gözetiyor farkı da türleri karıştıracaksa da karıştırıyor, iyi. 1820’lerdeki Milos olayı mesela, hikâyedir, öyküyle teması kesmez ama yazarın öykü üslubunu tırım tırıs aramak gerek. Yorgo Bettonis işte, öküzlerini çifte koşmuş, tarlayı işliyor. Sabanın ağzı takılınca oğluyla birlikte eşelemeye başlıyorlar toprağı, bir de bakıyorlar ki Venüs, şu meşhur heykel! Temizliyorlar, sırtlayıp doğruca eve. O zamanlar kolları var heykelin, yıllar sonra kırılacak. Fransız gemileri yanaşınca bizimkiler subaylara haber veriyorlar, heykeli gören Fransızlar hemen gemiye götürmeye çalışıyorlar Venüs’ü de Türklerin durumdan haberi var, çıngar çıkıyor. İtmesi çekmesi, tekerlemesi yuvarlaması derken heykelin kolları kırılıyor, geri kalanı yallah Fransa’ya. Bugün Louvre’da görülebilir, Balıkçı’nın didinip geri getirebildiği eserlerden biri değil ne yazık ki. Diyeceğim de gönlüm pek yok, bir şey kıymetinin bilindiği yerde kalmalı diyorum, sonra kıymet bilmesi gereken asıl insanların, aman neyse. Mehmet İmbat var mesela, balıkçı, süngerci, oğluyla birlikte “moderen” süngercilik yapıyorlar Fethiye’de, koca külçeye rastladıklarında şaşırıyorlar ve yetkililere haber veriyorlar. Güzel, yetkililer para ödülü verileceğini söylüyorlar, İmbat kimselere okutmuyor eseri. Kuş kadar bir para geliyor sonra, söylenenin çok azı, vergisinden avantasına pek çok kesintiye uğramış para da gülerek anlatıyorlar İmbat’a. Adam daha verir mi bulduğunu sana, vermemiş, üstelik George Bass nam zengin bir Amerikalıyla birlikte iş tutup denizden çıkarmış da çıkarmış külçeleri, heykelleri, artık her neyse. Bu mevzuyla alakalı kahramanlık hikâyeleri de var, 1918’de İstanbul Müzeleri Umum Müdürü Halil Edhem Bey kazıları takip edermiş, çıkarılan eserlerin güvenliğini sağlarmış, Yunanlar ortalığı tarumar ettiğinde bile. Eserlerin kaldırıldığı depolar işgal bölgelerinde kalınca savaş zamanı ne kadar ihtimam gösterebilirse göstermiş Edhem Bey, aradan sıvışmaya çalışan Amerikalılarla çatışmış, kaçırılan eserlerin önemli bir kısmını geri getirebildiği gibi kallavi bir mektup da döşemiş sızlanan Amerikalılara, resmen gevşekliğe lüzum olmadığını söylemiş. Daha da ne hikâyeler var, antik kentlerin yakınındaki meskenlerde yaşayanlarla görüşmeler, bir dünya şey. Tarık Dursun K. sağlam da gazeteci, araştırmacı. İnsanı biliyor, ikinci seride daha açık bu.
Anadolu’dan İstanbul’a göçenlerin hikâyelerini anlattığı yazılarını özetleyeceğim, göçmenlerin serüvenleri aşağı yukarı aynı. Memlekette toprak yok, mirasla bölüne bölüne ufalan tarlalardan ekmek çıkmayınca yallah büyük şehre. Sadece İstanbul’a göçmüyorlar tabii, Trabzonlular yakınlarda sanayisi gelişkin neresi varsa, mesela Zonguldak’a da gidiyorlar ama istikamet daha büyük şehirler çünkü tanıdık çok, tutunabilmek daha kolay. Başta mevsimlik seyahat, tarlada bahçede çalışıp dönüyorlar ama avantası ayrı, ücretlerin düşüklüğü ayrı, bu da yetmeyecek bir süre sonra, oraların hikâyeleri kalacak. “Babam bizim için radyoydu, televizyondu, telefondu, postaydı, dünyaya açılan kapımızdı bizim. Anlattığı hikâyeler de hep Çukurova üstüneydi. Bir sarı sıcağı varmış, vay anam babam! ‘Ha valla’a cehennemde miyim, nerdeyim, habibim şaşırırdı’ diye anlatırdı.” (s. 69) Mardin’den göçenler bunlar, mırrayı da getirmişler yanlarında, topraklarından ne çıkıyorsa her sene getirirlermiş ki gıdaya daha az para harcasınlar. Kıyafetleri orada kalmış, İstanbul’da giyilmezmiş artık onlar, şehirlileşmişler. Memleketlerinin coğrafyasını yakaladıklarında şak diye yerleşiyorlarmış oraya, misal Zekeriyaköy, Şile falan, deniz kenarları Karadenizlilerin. Karslılar dağ tepe. Kahvehane açıyorlarmış hemen, gelenlerin soyunu sopunu öğrenir öğrenmez aralarına alıyorlarmış, para işi tamamsa kamyonlar ayarlanıyormuş, bir iki gecede çat diye konduruyorlarmış evi. Yol yok, su var ama belli saatlerde, kısacası altyapı zort. Yine Kemal Ateş’i anacağım ben, civar illerden Ankara’ya göçenlerin yerleşme, şehirlileşme çabalarını hemen her açıdan ele alan metinleri müstesnadır. Orhan Kemal’inden Muzaffer İzgü’süne pek çok yazar bu hikâyeleri anlatır, iyi de yapar ama Ateş’in metinleri kadar kuşatanını görmedim. Neyse, ilk kuşak hemen iş tutmuş, yerleşmiş, çocukları okullara yollamış çünkü okumakla kurtulabilirlermiş oradan. “‘İstedik çocuklarımız İstanbullarda doğsun, büyük mekteplere gitsin, okusun büyük adam olsun. Okudular kimileri, kimileri zanaata girdi. Ama çoğumuz memleketten hayvancılığı burda sürdürdü. Şimdi git mezbahalara, git kasaplara, git onca celep milletine sor bakalım, etçilik kimin, kimlerin elindedir? Diyecekler hemen sana, Erzincanlıların oğul, kimlerin elinde olacak ki?’” (s. 97) Dudullu taraflarında Erzincanlılar çokmuş, gerçi Sivaslılar da zibil gibiymiş ama anlaşıyorlarmış tabii, herkes ekmeğinin peşinde olunca çatışma çıkmıyormuş. Tabii kendi içlerindeki birlik başta, sonra komşular geliyor. Olayın özeti aslında şu: “Dayanışma, birbirlerini kollama, anında imdatlarına yetişme, bir işe mutlaka ve mutlaka hemşeriyi kayırma… Kastamonulular arasında en geçer akçedir. Gurbete çıkan biri, dönmüşlerden birinin kendisine verdiği adrese baka baka gelir, bulur hemşerilerini. Hangi kentte olursa olsun… Tanıştır, hısımdır, kan yakınıdır, kapı duvar komşudur mutlaka. Geçmişlerinde yine mutlaka büyüklerince büyüklerinin birbirini kollamaları olayı vardır.” (s. 104) Bunları ikinci üçüncü kuşak daha iyi bilir, hukukundan tıbbına okul okuyanı az değildir, Tarık Dursun K. bunları buldu mu çeker, dinler, yazar.
Geldik “Zor Zanaat” işlere. Bu bölümde olağanın dışına varmış insanlar mesleklerini anlatıyorlar, mezar kazıcısı ilk. Çocuk mezarı için daha az toprak, çimento kullandığı için gelen ölü çocuksa seviniyor adam, işinde gücünde. Mezarlıkta eli sıkı görünmek istemezmiş kimse, bu yüzden bahşiş çokmuş, zaten iş de çok olduğu için iyiymiş mevzu. “Kazmacı” diye girmiş adam, sonra rüşvetiydi, avantasıydı, yükselmiş. Mezarlıktaki kariyer planlaması nasıl oluyorsa artık. “Bunca yıldır ölü için gömme törenine gelenlerin hangisinin içten, hangisinin yalandan ağladığını bir türlü kestirememişimdir. Garip bir şey, herhalde birileri ağlarken sende de ağlamak iştahı kabarıyor. Sahiden ağlıyorsun sen de.” (s. 183) TV yapımcısı genellikle TRT’de dönen dümenleri anlatıyor, devletten yolunanlar, prodüksiyondan eksiltilenler derken söğüş var. Hostes işinin zorluğunu anlatırken pilotlara, havayolu çalışanlarına çakıyor tabii, iş yapabilmek için bazı insanların bazı taleplerini karşılamak gerektiğinden bahsediyor. Çevirmen var, bir teknik direktörün tercümanlığına getirilmiş, adamı hayattan bezdirmişler resmen. Yol ortasında durdurup taktik verenler, teknik direktörle iletişim kurmasını engellediği için dövmeye kalkanlar, yenilgilerden sonra iki tane çakanlar, bir dünya olay. Mafya babasının yazısı ilginç, mekânlara nasıl çöktüklerini, tayfayı nasıl oluşturduğunu falan anlatıyor adam, 12 Eylül öncesinde silah ticaretinin nasıl tavan yaptığını, uyuşturucudan deli paralar kazandıklarını. Otelin biri “kızların” ayağını kesmeye çalışmış, ertesi gün otelin çöpünü almaya hiçbir kamyon gelmemiş, sonra suyla ilgili bir sorun çıkmış, hani kısa sürede çözülecek gibi değilmiş, otelin susuz kalma ihtimali varmış. Gayet açık, otel kızları kabul ettiğinde bütün sorunlar şıp diye çözülmüş.
Bir dünya hikâye, memleketin hali. Tarık Dursun K. derinlerden hazineler çıkarmış resmen, on numara.
Cevap yaz