Çiçeklerle‘den sonra ne seyir! Farımaz’ın kapalı öykülerinde neredeyse anlatmayacak bir anlatıcı var, daha doğrusu tahkiyeye gönülsüzce dokunan diyesiyim, karakterlerin derinliğini göstermekten başka kendi sesini doğa olaylarıyla göstermekten başka hiçbir şey yapmıyor. Hayal kırıklığı mı bastı ortamı, yağmur gelecek veya gece çökecek, karakterler geçmişi mi eşeliyorlar, rengi kokusu hemen düşer metne. Öyle dümdüz de düşmez, eylemlerle eşzamanlıdır, ihtimal ki karakterin fark ettiğidir havanın durumu, aklındakiyle özdeşleşir. Biçim de özenle seçilmiştir, düşünce zincirinde atlamalar varsa yeni paragrafa geçer hikâye, parantez içinde hikâyenin önceki bölümü kalmıştır, neresinden yakalayıp devam edeceğimizi tedirginlikle sezeriz ki en sevdiğimdir, bilmediğim sokaklarda yürüyüp çıkış yolunu bulmaya çalışıyormuşum gibi, çıkmak istemiyormuşum gibi, gibi. Birgül Oğuz’un metinlerinde de kafam aynı işler, eli uzatıp tutana kadar toza dönüşür anlam, başka bir noktadan pörtler. Bu. “Kemanım ve Ben”e bakıyorum, anlatıcının uzamda durduğu noktayı finale kadar anlayamayacağız da geçmişte dolandığımızı çakacağız biraz. “Pernaa” diye bağıran annenin sesi odada dolaşıyor, hava soğuk, çocuk zorla kalkıp tuvalete gidiyor, suyu açıp kendini akışa bırakıyor. “zaman da akıyor avuçlarımdan su gibi ama acıtıyor zaman, yakıyor değdiği yeri. aynaya bakmak istemiyorum. düşündükçe kendini daha çok yineleyen şu an’la yüz yüze gelmek istemiyorum. sessizce geri çekiliyorum. işte kapattım tüm ışıklarımı. tırnaklarımı gömüp kendi etime geri çekildim işte. sessizliğin ve karanlığın büyütüp derinleştirdiği gecede annemin sesine tutundum yine.” (s. 9) An hangi, geçmişe dönüşün sebebi, ete çekilmenin acısından hafızaya sığınmanın bedeli, deli sorular. Küçük sobaya birkaç odun, anne eşinin fotoğrafına kaçamak bakışlar atıyor, pencerenin önünden ayrılmıyor, sessizce ölüyor. Çocukken farkında mıydı bunun acaba, anlatıcı ne zaman yakalamıştır yaşadıklarının gösterdiğini, bulunduğu andan geriye bakınca ilk kez mi? Frak giymiş bir Çingene, elinde keman, bir bu imge kalmış o zamanlardan. Hülya’ya geçiyoruz, kardeş mutlaka, babayı uğurlarlarken Hülya’yla koşturuyor anlatıcı, demiryolunun üzerinde iki kuş. Baba bir yere gidiyor, Hülya başını annesinin kucağına gömüp ağlamaya başlıyor, o kadar çok ağlayan bir çocuğun güç kazanması için dua ediyorlar çünkü hayat kırılgan, kırıcı üstelik. Hayat bir şey değil aslında, insan suretinde göründüğünden öyle. Hülya, anne, teyze ve anlatıcı, dört kadın birlikte yaşıyorlar, bundan doğan hüzün, günlerin uzayıp gitmesi nasıl anlatılır bilmem, Farımaz’da da rastlamadım. Acıya da o kadar rastlamış değilim, Oğuz babanın yasını maskelerle süslemeyi biliyordu, Farımaz’sa gizlemeyi biliyor. “onu kızarmış yanakları ve nisan güneşi altında iyice saydamlaşan teni ile görenler ilahi bir güzelliğinin olduğunu söylüyorlar. Hülya uçmaya hazırlanıyor gizlice. hepimizi atlatarak. hayatın en ölümsüz gerçeği olan ölümle baş başa ve tek başımıza bırakarak her birimizi.” (s. 12) Birlikte yaşıyorlar ama yası birlikte tutmuyorlar, Hülya’nın uçuşuna kalınca örtü, bir çift kanattan başka Hülya’yı anlatan ne olabilirse biçimsiz. Kemanın işi babadan kalması, bir gün anlatıcı tırmanmaması gereken yerlere tırmanıp tepedeki kemanı indirince anne kızmıyor ama kemanı yerine koyması gerektiğini söylüyor, hani baba kemanını hatırlar da döner mi ne olur, tamamlamadan koşar adım uzaklaşıyor anne. Aşka geçersek, öykünün ilginç bölümlenişini anlayıp son basamağa ulaşırsak her şeyin bağlandığını göreceğiz, o küçük kıyı kasabasında anlatıcının kemanıyla beklediğini, 200 kişilik orkestranın bir parçası olduğunu, başka bir parçanın çıkıp gelmediğini, anlatıcının yaşadığı hayal kırıklığını. Sonraki öykülerin aynı kasabada geçtiğini düşünmek hoşuma gidiyor, denizin devinimiyle çocukluktan yetişkinliğe koşan insanlar bir yerde geri dönmüşler de pansiyonda, evde, sahilde geçmiş zamanlara bakıyorlar sanki. Beklenen gelmeyince anlatıcının hatırladığı devrimci bıyıklar, parka, darbenin sessiz dehşeti. Çocukluğundan getirdiği yalnızlık kabullenişle son buluyor: “artık ağlamayacağım sanırdım ama ağladım. annemi, Perna’yı ve bir otel odasında geçirdiğim o ıssız geceyi unutup Hülya2nın yüzünü son kez gördüğüm anki yürek acısıyla ağladım. inciten ve onaran hayattı. mutlak olan da.” (s. 15) Son iki cümle öykülerdeki tüm karakterlere oturuyor, çağrışım zenginliğinin bir tür sağalma sürecinin parçası olduğunu düşünmenin hoşuma gitmesinden kaynaklanmıyor sanıyorum, gerçekten uğraşıyorlar, mücadele ediyorlar ve yüzleşiyorlar. Havada asılı kalmamışlar, bildikleri mekânların geçmişteki ve şimdideki halleriyle çatışmalarından doğan gerginlikle dolular, yine de sabırlılar.
“Bir Ağaç, Bir Kadın” belirsizlikle başlar yine, manzara vardır ama sepyadır, renkleri patlamıştır ya da olduğu haldedir, anlatıcı görüntüye nereden bakar, görüntüyü gördüğü şekliyle mi aktarır, sonradan açıklanması için ötelenir her şey. Anlatı ilerler, bilinmeyen hep ötelenir, okur önünde yükselen duvarın yüzeyinde gedik arar görmek için. Diye üfürmelere de geçtiğime göre devam: “Farklı bir yerden bakıldığında daha ilginç görünüyor olabilirdi: Dik sayılabilecek bir eğimle yamaçlardan inen burun, birden köpüklü sularla kesilir, bulunduğumuz koy, güneye doğru açılıp genişlerken, bir ağaç, uzadıkça uzardı düzlükte.” (s. 17) Farklı yerden bakışın anlamlarını düşününce, bakılan an kastediliyor olabilir, zaman çizgisinin farklı bir noktasından bahsediliyor olabilir. Alımlama seçeneklerine göre biçimlenen öykü, on numara. Denizin altın renginden bahsediyor anlatıcı, yapılaşmaya açılmış alanların yağmalanmasına geçiyor, aradaki zaman kaymasını yerli yerine oturtmak için ağaca bakmalı. Alıntıda aşırıya kaçmayı sevmem ama şu kaynak kod bence Farımaz’ın öykülerinde: “Kayalıklardan baktığımda bir bulup bir yitirdiğim o ağaçsa, uzun bir yazdan çok, şimdiye dek yaşanılanların, yaşanılanlardan çok da duyumsanıp düşünülenlerin bir imgesiydi ya da bir ağacın ta kendisi!..” (s. 18) Ağaç sadece bir ağaç değildir bu öykülerde ama bazen de öyledir işte, ağacın yanında denize bakan kadın anlatıcının gençliğidir, ertesi günkü kırık halidir, değişir. Meral bir ad koymuştur anlatıcının aklına: Suat Arıcan. Alışınca sorgulamıyor okur, Meral’in kim olduğu ortaya çıkar veya çıkmaz, Suat’ın eczacı olduğunu anlarız da anlatıcının nesi olduğunu anlamayabiliriz, Meral’i tanıdığını ve anlatıcı “Zeynep Hanım”la ilk kez karşılaşacaklarını anlarız. Taklalar da yorar bazen, anlatıcı başka bir senaryoya geçip adamın buz soğuğu bakışlarından bahseder, iki türlü gerçekleşebilir tanışma. Odakta olanla merkezde olanın birbirini tutmamasını düşünüyorum, mevzu ağacın yanında dikilen kadınsa bütün bunlar o kadına varmanın yollarından ibaret. “Az önce, tezgâhın üstünde, irili ufaklı şişelerle, reçete ve faturalarla uğraştığı sıra, birden anımsayamamıştı Suat Arıcan Meral’i. Ne ki belleğin inanılmaz bir dayatma gücü vardı, olmadık yerde, olmadık bir anda gün ışığına çıkabiliyordu yaşadıklarımız. Suat, Meral’i anımsar anımsamaz, hızla sokağa koşacak, ancak, kendisine çok uzaklardan selam getiren o genç kadını göremeyecekti.” (s. 23) Anlaşılmıştır, senaryonun gerçekleşip gerçekleşmediği değil, senaryo önemlidir. Üçüncü öyküde de böyledir, aynıdır, deniz kenarındaki pansiyona gelen kadının çağrıştırdıkları pansiyoncu kadının eşiyle ilişkisini gözden geçirmesine yol açar. Zamanın birinde, şans işte, yaşını göstermeyen adam karşısına çıkmıştır da kalbine girmiştir kadının, gülümsemesiyle kapıyı biraz aralar, başka şeylerle iyice açılan kapı. Nedir, yıllar geçmiştir yaşananların üzerinden, adam hâlâ göstermemektedir yaşını da pansiyona gelen genç kıza yıllar önce eşine yaklaştığı gibi yaklaşır. Yıkım mıdır bu, yaklaşım o durumda neyi ima eder, eş için zamanın geçtiğini. O değişmiştir, adam değişmemiştir, rüzgârın esişinden başka duyacak hiçbir şey yoktur o an.
Çok iyi öyküler bunlar, sırf üsluptan koparır gider. Kapalılıktan hoşlanan okur buraya bakmalı.
Cevap yaz