Anı parçalarını öyküyle tutturmak, kâğıda. Aktunç’un bu kitabındaki uğraşı bu, kısacık öykülerinde her türlü materyalden faydalanarak geçmişi yakalamış. Kartpostallardan bir öykü çıkar, Aktunç’un marifeti. Balkon muhabbetlerinin kaydı tutulsa olur, Sultan Komut da oldurmuştu, iyi. Selânik’te başlayan bir aşkın yetmiş yıla uzanan ömrü bir yetmiş yıl daha uzamıştır, bitmeyen aşklar âşıklar ölünce nereye giderse oraya gitmiştir, ne güzel. İnsanlar bir şeylere sıkı sıkı sarılmışlardır da bırakmamak için bir kitaba, fotoğrafa, yüreğin uzandığı bir nesneye yüklemişlerdir anılarını, dökümü olası değil ama yığına bakmak yeterli. Bakıyorum, Assos’tan kalma bir teknecik, adsız. Sütunlar yine oradan, Athena Tapınağı’nın küçüğü. Ankara’dan, Zonguldak’tan bir şeyler. Öyküleşirler. Öykülere bakalım. “Bir Yüceses Öyküsü” Aktunç’un dediğine göre en anı öykü, Cihat Burak’ınkilere yakın ama onunkiler kadar makara değil, hatırlamanın ciddiyeti var bu öyküde. Aktunç şöyle iki cümle düşmüş başlığın altına: “Öykü müdür, anı mıdır, kimse bilmez. Anı mıdır, öykü müdür, onu da.” Anlatıcıya Suadiyeli yengesi anlatmış, Hamiyet Hanım yıllar boyunca küs kalmış İstanbul Radyosu’na. 1949 veya 1950, Hamiyet Hanım şarkılarını söylerken program biraz uzuyor, haber saati geçiyor, görevliler telaş içinde araya girerek “Hamiyet Yüceses’ten şarkılar dinlediniz” diyerek kesiyorlar yayını. Hamiyet Hanım radyoculara dönüyor, “Hiç de iyi bir şey yapmadınız,” diyor, o sırada radyo dinleyen herkes duyuyor bu paparayı. O söz espriye dönüşmüş sonradan, yenge ve arkadaşları dalga bahsi yapmışlar. Daha ilginç bir şey, yenge kulaklarına inanamamış, başka duyan var mı diye yola çıkıp Kadıköy’e gitmiş, oradan vapurla karşıya. Fatih’te oturan eltisine gitmiş kahkahalarla anlatmak için olayı. Bu noktadan itibaren öykü daha bir anıya dönüşüyor, Yüceses’ten eski İstanbul’a geçiveriyoruz. 1933’ten beri Fatih semtine tramvay işliyor, tüm kadınlar eldivenli ve şapkalı. Erkekler ayakta bekliyorlar, kadınlar indikten sonra inecekler. Yenge her fırsatta Suadiye’den Fatih’e geçermiş, cıvıl cıvılmış o zaman Fatih. İki taraflı tramvay yolu, çınar ağaçlarının eşlik ettiği kaldırımlar güzel, üniversiteye yakın olduğu için öğrenciler gırla, kahvelerde profesörlerle serseriler birlikte oturup tartışıyorlar, ilim irfan, dedikodu kuru iftira, şenlik. Aşk, meşk dahi seks konuşulurmuş, varmış o zamanlar Fatih’te. Şamlı Müyesser Hanım’ın bir randevuevi varmış oralarda, gecenin geç saatlerinde açılırmış ve müşterileri de anlı şanlı kişilermiş. Şamlı Müyesser Hanım evlenince o işleri bırakmış ama bırakmış mı acaba, evine hâlâ kadınlar ve erkekler girip çıkarmış. Acaba? “İstanbul’un renk bolluğu” diyor Aktunç, yengenin ağzında göz alan bir serüven şehir. Uzun uzun anlatmalıymış, yorulmuş ama dahasına bakıyor anlatıcı, kadın yorgun ve anlatıcının ağzında bir şarkı, Yüceses’in söylediklerinden zannediyorum. Diğer öyküler gibi bu öykü de 2003’te yazılmış, elli yıl öncesinin İstanbul’u işte. Şimdi yetmiş yıl öncesinin. Yirmi yıl sonra bu öyküyü okuyan genç biri ne hissedecek acaba, merak ediyorum. Şahsen şaşırmamam gerektiğini bildiğim halde şaşırdım, mesela Hacıhüsrev’den gelen öğrencilerimi düşününce aklım almadı. Almalı. “‘Eskiden’ temalı anlatılar şimdiden daha güzel gelmeli” kanunu.
“Kahve” bir yolculukla ve yolcularla ilgili. İstikamet Adapazarı, geçmişimle bir paralellik bulmadan edemedim çünkü o yolculuğun güzelliğini biliyorum, Sapanca’yı gördüğüm hemen her kezinde gözlerimin dolduğunu da biliyorum. Neyse, muavin sigarasını içiyor, rüzgâr varsa mekân Harem olsa gerek. Harem olmasını istiyorum. Gaz kokuları, asfalttan yükselen sıcak, on yaşlarında bir çocuk. Arabanın ne zaman kalkacağını soruyor, muavin söylüyor, çocuk plakayı ezberlemeye çalışıyor ama muavine göre gerek yok buna, bileti alıp gelsin işte. Çocuk gidiyor, dönerken yanında yaşlı bir kadın. Ellerinde bavul yok, yüksüz biniyorlar otobüse. 16 numara, cam kenarı. Tek bilet almışlar, çocuk babaannesinin kucağında yolculuk edecek. Gönlü razı gelmiyor yandaki kızın, çocuğa oturabileceğini söylüyor ama rahatsızlık verir diye izin vermiyor babaanne, bir süreliğine. Yol muhabbeti, ansız yakınlık, kahve servisi. Ritüel sanki, kahve paketini törenle açıyor torunla nine, genç kız çay istiyor ikinciye. Uykular gelince kızı izliyor bir süre çocuk, muavin çocuğu izliyor, sonra çocuğun kulağındaki kırmızı perdeyi görüyor. Güneş rahatsız etmesin, perdeyi çekiyor muavin. Kız uyanıyor, teşekkür ediyor, muavin gülümsüyor, aklını bir şeye takmış ama çocukluğu mudur, ninesine midir, neyedir? Bilemiyor, gülümsemeye devam ederek şoförün kahvesini tazelemeye gidiyor. Öykü bu, minimal eylemlerle dolu ve önemsiz şeylerin tarihini tutmakta mahir. Ne güzel, bir şeyi göstermeye çalışmayıp sadece anlatınca da oluyor bu iş, neden olmasın?
“Kartpostal Öyküleri” uzaklardaki bir babanın eşine ve çocuklarına gönderdiği kartpostallardaki metinlerden mürekkeptir. Antalya’ya gelmiştir adam, uçakta gözlerini kapar kapamaz uykuya dalmıştır ve nasıl geldiğini anlamamıştır bile. Başka bir memlekettir Antalya, her gün iki kartpostalı postaya vermeyi unutturur ama adam unutmaz, muhtemelen oğlu olan Uluç’a verdiği sözü tutmaya niyetlidir ki tutmuştur da görüldüğü gibi, helal olsun böyle babaya. Neyse, adam erkenden uyanır, etrafta kimsecikler yoktur, sabahın altısında bir Allah kulu arar gözleri ama otelde in cin top oynamaktadır, demek ki Antalya’nın insanları geç kalkmaktadır çünkü yorgunluk ve sıcak gevşetir insanı, baba da bir süre sonra şikayetçi olacaktır bunlardan. Araya güzel bir iki anı sıkıştırıverir hemen, sıkıntıyı dağıtır, örneğin Antalya’yı başka bir dilin konuşulduğu memleketlerden biri sanmıştır diğer oğlu, İspanya gibi bir memleket. Gerçi üç dört ay orada kalan insan Rusça veya Almanca öğrenir, bu bir memleketin başkalığını ne ölçüde gösterir? Emre’ye bir olta ve bir çakı, akşam yemeklerini kaçırmasınlar. Üçünü de çok özlemiş baba, biraz daha orada kalmak zorunda. Sohbet için arkadaş bulmuş, teselli. Alman çift çocuk yapıp yapmamayı konuşuyorlar, henüz çok erkenmiş ve emin değillermiş. Öyle bir şey değil babaya göre, kültür farkı işte. Rus bir aileyle muhabbet sonra, Ruslar bizim yediğimizin birkaç katını yiyorlarmış tek öğünde. Karadeniz’i Tuna kirletiyormuş, Türkiye’nin güneyiyle kuzeyi arasındaki fark muazzammış, memlekete yabancı gözler baktığında bunlar dökülüyor ağızlardan. Hayatın içine bıraksalar kendilerini rahat edecek Almanlar, Ruslar biraz daha az yese daha iyi, baba Türkçe yazmış ama asıl ve en büyük dil özlem, öyle söylüyor.
“Yarım Kulplu” muhacir öyküsüdür, Saniye’nin acısıdır. Ablası ve zabit eniştesiyle Selânik’te yaşamaktadır Saniye, eniştesinin memleketi Samsun’dur, bu mevzu 1909’da gidecek yer olarak bir tek Samsun’u imler. Nitekim karışıklıklar, itişmeler, patlamalar dayanılmaz bir hal alınca ailecek Samsun’a doğru yola çıkarlar ama Saniye’nin içi kan ağlamaktadır, sevdiği Hüseyin geride kalmıştır ne yazık ki. Manastır’a giden Hüseyin’den haber almayı bekler, yola çıkacakları son âna kadar bekler ama Gündüz Vassaf’ın annesi Belkıs’ı anlattığı metinde söylediğine göre insanlar akın akın Yunanistan’a kaçmaktadır Manastır’dan, hasılı Hüseyin talihsiz bir adamdır. Saniye’ye yarım kulplu andaçtır, Hüseyin’i hatırlatan bir o. Yıllar geçer, Saniye evlenir, çocukları olur, torunları olur, her merasimde yarım kulplu altını takması beklenir ama takmaz, başka bir kutlu olaya erteler. Gelin gönül koyar, Saniye sallamaz. Bir gün torununun evleneceği adamı görünce içi gider, adamın Hüseyin’e benzerliği yarım kulplunun hakkıdır nihayet. Hüseyin’in kendisine sarıldığını duyumsar yaşlı kadın, kırık bir teselli.
Minik öyküler, hoş. Hulki Aktunç’u biliyordum da Semra Aktunç’u bilmiyordum, tanıştığıma sevindim.
Cevap yaz