Birsel’in denemeleri zaten şıkır şıkırdır da bu kitaptakiler kadar kıvrağı azdır, kısası da azdır, doğrudan hedefe koşan denemeleri okurken insan şöyle bir oh çekiyor, yeni nöronların oluşumunu hissediyor adeta, sonra okuduğu kitaplara bakıp kaçının kitap olduğunu düşünüyor. Biz ne okuyoruz, sonra Birsel bize ne okutuyor, aradaki uçurumu fark edince geriye okuyacak bir şeyler kalsın diye yığınların arasına rastgele attım kitapları, umarım uzun süre karşıma çıkmaz. Ne vardı, birine mi takıldı Birsel, deneme mi yazmaya karar verdi biri hakkında, söylediğine göre sayısız not çıkarıyor, fişler mişler, en sonunda oturup hepsini bir araya getiriyor. Upuzun bir deneme, orasından burasından pırtlak bilgiler dökülebilir, arada sigara dumanları belirebilir zira o sıra henüz bırakmamıştır sigarayı Birsel, yazdığı sırayı da metne katar, anlattığı kişinin âlâ keyfinden bağlar mevzuyu. Bu denemelerin hemen hiçbiri öyle değil, hızlı. “Kültür Rüzgârları” diyelim, yazarın çocukluğundaki ders kitaplarından, evdeki kütüphaneden metinlerin sayımdökümü, okuma sevdasının temeli. Hâmit’in metinleriyle orta üçte burun buruna gelmiş Birsel, öncesinde ne okumuş ne de izlemiş ki izlemesi ne kadar mümkün. Yeni harfler Hâmit’in kitaplarını taca atmış da tekrar basılır mıymış, basılmıştır zira büyük şairdir filan. Reşat Nuri’nin derlediği okuma metinlerinde neler var, Necip Fazıl ile Ömer Bedrettin Uşaklı, Enis Behiç Koryürek. Öğretmen bir şiirini okumuş Koryürek’in, pek alkışlamış, Birsel de öğretmeninden etkilenip gerçek şiir diye Koryürek’inkini göstermiş bir zaman, çocukluk. Genç yazarların metinleri ama, o çağda öyledir, sonraları Suut Kemal Yetkin’in ders kitaplarında Birsel’in metinleri de görünecektir ama Adnan Ötüken’in ilgili bölüme başkan olmasıyla kitaplarda metinlerine yer verilen yazarların yaş ortalaması uçar gider. “Bu, elbet bu işlerin başında bulunan kişilerin bu kitapları haddeden geçiren kodamanların beğenilerinden gelmektedir. Bunlar yeni sanatı, canlı sanatı anlayacak çapta olmadıklarından, onun yayılmasını önlemeyi de ulusal bir görev sayıyorlardır.” (s. 6) Bam! Gençler akın akın geliyorlar, yaşlılar kenara çekilmek bilmiyorlar, Birsel kendini de yaşlıdan sayarak bir zahmet yolu açmalarını istiyor kuşağının sanatçılarından. Denetleme gücü sanat sevgisini öldürüyor, sanat sevgisi olmadan kahvehaneler kurşunlanıyor, kültür rüzgârı esmezse bunların sonu gelmeyecek. Ha, yazarlarımız da az döngel değildir: “Şu da var ki, yazarlarımız da haftanın üç günü solcu ise, üç günü de sağcıdır. Yalnız pazarları dinlenme günü olduğu için, o gün solculuğa, sağcılığa pek yelken açmazlar.” (s. 12) Gençlere el uzatırlar ama, haklarını verir Birsel, gerçi çıkarlarını kollarlar ama tamamen faydasız değildirler. “Yazının Tadı”nda dümeni tutmayı bilenleri över, bilmeyenleri silkeler, mesela Süleyman Nazif’in düzyazısının dengine pek nadir rastlanır çünkü ayarı tutturmak zordur. Kemkümü, öksürüğü, yinelenişi can sıkar, tempo teklerse kafa tekler, kopar gider metinden. Birsel’e göre akıl tasına ilk Haşim düşer, ardından Ataç gelir ki Ataç yazısını şiirle kesmez, başladığı gibi tapır tapır sürdürür, bitirir. Ahmet Rasim, o sıkı demettir, sözcük dağarcığı insanda takat bırakmaz. Tuncay Birkan’ın düzyazı devriminden bahsederken andığı isimlerin kaynaklarından biri bence Ahmet Rasim’dir, onun da tepesinde -en azından gündeliği metne yayma şevkinden hareketle- Basiretçi Ali Bey vardır diyeceğim, Sermet Muhtar Alus’a geçeceğim ama romanlarına değil, Birsel gündelik yazılarını yüksek gradolu sayar. Orhan Veli geliyor ardından, Oktay Akbal, Cemal Süreya. Leylâ Erbil’in metinleri, Hulki Aktunç’un neleri neleri, Selim İleri derken edebiyat kopuklarının eleştirisine geliriz, bu teresler kendilerini zirveye koyarlar ama asıl zirvelere bakmayı akıl etmezler, okur da bilmezse sığda yüzer. “Dünyanın lamelifini oynatmış” yazarlara alkış! Geç de olsa. Getirdikleri yeniliktir, o sıra bilinmeyebilir, sonradan düşecektir. “Şiir Zamanı”nda Fransa’dan bir örnek: Etiemble yüksek okulu bitirmek için Rimbaud üzerine tez yazıyor, çoğu öğretim üyesi karşı çıkıyor zira Sorbonne’da Rimbaud’ya yer yok. Yıl 1930. Profesörlerden biri onaylıyor tezi de Rimbaud’dan haberi yok. Olmayabilir fakat halkın da aynı durumda olduğunu söyler Birsel, alışılmamışa hemen açılmaz kapılar. Şiirse hele. 1950’lerin İtalya’sında atom bombasının ardından söylenen her şeyin ânında eskiyeceğini düşünür şairler, yenilik diye bir şey yoktur artık onlara göre. “Bu, bizim ozanlarımız için de söylenebilir mi bilmiyorum ama gençlerin şiire, geçmişin kuytuluklarında kalmış ozanlar kadar sevecen bakışlar fırlatmadıkları bir gerçektir. Var mı siyasa, yok mu siyasa, dillerden düşmeyen şey budur. Şiirin birtakım değerler taşımasının artık hiçbir geçerliği kalmamıştır.” (s. 27) Yayılacak mıdır, şiire kapalı olanlar yüzünden alan bulamaz, çekirdeği yine çatlar ama serpilmesi zaman alır şiirin. Cansever’i hatırlıyorum burada, Memet Fuat kapalılığı eleştirerek İkinci Yeni’yi mahkûm etmeye çalıştığında Cansever, “Şiir kapalı değil, sen şiire kapalısın!” diyerek açar Fuat’ın zihnini. Hani bunalım zamanlarında şiiri dondurmaya çalışanlar, şairleri eleştirenler de bu takımda yer alanlardır, şiir onlara göre önü alınabilen, sırf toplumsal durumlara göre biçimlenebilen bir maddedir. Yine sanata sevgi duymamaya bağlar bunları Birsel, şair şiir yazmak için kanından etinden verir adeta, Dağlarca bir kezinde şiirin Zonguldak’ta olduğunu duyması halinde yayan gideceğini söylemiştir.
Behçet Necatigil yakın arkadaşıdır Birsel’in, şiirlerini neden yazdığını elbet Birsel anlatacaktır, anlatır. “Hani Behçet de bütün şiirlerinde yalnız yaşadıklarını yazmıştır. Şiirlerinin hangi tarihte yazıldıklarını onun yaşamını su gibi bilenler hemen bulup çıkarabilir. Çünkü bu şiirler Behçet’in yaşam evrelerini açık ve seçik bir biçimde sergiler.” (s. 40) Bir iki dostunu daha anlatır böyle, okuyacaklara kalsın, şenliğe bakalım: “Divinia’nın Vakıfları Kaç Para”da sanatçı cenazelerinden manzaralar. Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa’nın ölüsü Nice’ten İstanbul’a getirildiği gün Şinasi hüngür hüngür ağlamıştır, Şinasi’nin cenazesindeyse sadece on bir kişi vardır ki dördü belediye çavuşudur. Mezar yeri geçtiğimiz yıllarda bulundu, şimdi yerinde binalar olan Ayaspaşa’daki Müslüman Mezarlığı’na Namık Kemal de gelmez, bir tek Ebüzziya Tevfik oradadır ki Şinasi’nin Cihangir’de, Sormagir’deki evine de gitmiş, cansız olarak yatan Şinasi’nin dudaklarından öpmüştür. Mehmet Emin Yurdakul’un cenazesinde, yani öyle bir etki yaratmıştı ki kitleler takip etmişti kendisini, altmış kişi ya vardır ya yoktur. Üniversiteli gençler, rektör, devlet adamları, kimse yok. Orhan Veli’nin cenazesine aşağı yukarı bütün İstanbul koşmuş, Cahit Sıtkı Tarancı’nın cenazesine aşağı yukarı bütün Ankara koşmuş, Sunullah Arısoy kucağında Cahit Sıtkı’nın büyük ve çerçeveli bir fotoğrafıyla alayın en önünde yürümüş. Rüştü Onur’un cenazesinde Sabahattin Batur’la Salâh Birsel’den başka kimse yok.
Sahaflı kitaplı denemeler o kadar güzel ki anlatmaya çekinirim, hani biraz dokunursam yangında mahvolan kütüphaneler, şahsi kitaplıklar dökülür, sahafların huyları huysuzlukları gelir ardından. İsim isim anıyor Birsel, bir de Dede Korkut Kitabı‘nın 126 kuruşa satıldığını anlatıyor Nurettin Rüştü Büngül’ün ağzından: usta geçinen bir kitapçı elindeki eserin kıymetini bilemeyince -ne eserler çıkmış buralardan, akıl almaz- yallah Viyana’ya gönderilmiş bu nüsha, Dresden’deki muhtemelen. Sonra, kendi gezintilerinden bahseden Birsel kullandığı şakrak sözcüklerin kaynağını zaten söylüyordu da o kaynakları nerelerde bulduğunu, nasıl aldığını da anlatıyor. Az gezinmemiş sahaflarda, iyi bir okurun yapacağı gibi. İyi bir okur bu kitabı da okur, Birsel’den istifade eder.
Cevap yaz