Sait Faik Abasıyanık – Semaver

Semaverin içinde ıstırap, grev, kaza yok, yalnız sabahın saadeti. Ali nihayet iş bulmuş, anası memnun, oğlunun rüyalarında makineler, elektrik pilleri, dizel motoru homurtusu duyduğunu bilmiyor. Semaver kaynıyor, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü var, sesler ikincil sabiti sağlasa da semaverin fışırdaması durduktan sonra söz konusu değil, öncesinde baskınlığını koruyor. “Sonra sesler. Halıcıoğlu’ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç’i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Alimiz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç’e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.” (s. 10) İlginç, işçilerin makineleşmediğinin üzerinde durmak yaşamlarındaki duygu kaynağının sırf seslerden ibaret olmadığına işaret ediyor ama nasıl, Ali’nin Natpinkerton romanı okumasıyla mı, serbest dolaylı anlatıcının Ali’nin zihnini şöyle bir çalkalayıp karakterin görüş derinliğini ortaya çıkarmasıyla mı, bence salep kısmıyla. Yoksullaşma değil, daralma belki, annenin ölümünden sonra semaver atıldır artık, salep güğümüyse öykünün finalinde piyasaya tekrar çıkarak yaşamın devam ettiğini, insanlara açılan bir kapı olduğunu gösterir: “Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazan fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.” (s. 13) Öyküyü, aslında Sait Faik öykücülüğünü öncü kılan iki öge var bu öyküde, ilki Ali’nin semaveri kaynatmayı bıraktığı noktada bitmeyip fabrika duvarına sıralanmış insanların manzarasından bir nevi ortaklık çıkarmak, yasın bireyden topluma aktarımını imlemek, işçi sınıfının yaşamını göstermek, yani karakteri bir gözlemci haline getirip topluma nüfuz etmek, ikincisi de elbet dil, dönemin gazetelerindeki şıkır şıkır dilden uzak, karaktere, hikâyeye uyan dil. Öykünün sonunu böyle hatırlamıyordum ben, yirmi yıl sonra ikinciye okuyunca şaşırdım, o zamanlar bu toplumcu yanı görmeyip doğrudan karakterin yasına odaklandım sanıyorum. Bir de tartışma çıkarmışlar, Bekir Yıldız o kadar laf etmiş, Sait Faik’i bireyci diye gömmüş aymazlar, tuhaf.

Trifon’un adalı çocuklardan farkı yalnız kalabilme yetisi, dedesi Stelyanos’tan dinlediği deniz hikâyeleri, canavarlar yüzünden azalan balıkların gittiği yerin hayali, bir de minyatür gemi yapımıyla uğraşması yetiyor, kimseye ihtiyacı yok. Stelyanos ağ örerken şarkılar söylüyor, çocuklarının ölümleri, Yunanistan’da izlerini kaybettirmeleri, ne belalara uğramışlarsa hepsi o şarkılarda, Trifon dinliyor, denizle terbiye edildiği için bir gözü açıklarda. “Trifon için ne yaşayan insanlar, ne çiçekler, ne akarsular mavi gözlü arkadaşlar bir mana ifade ederdi. Yalnız bu önüne, gözlerinin içine serilen ve üzerine arka üstü yattığı zaman büyük güverteleri, boş yelkenlileri, güneşin içinde madenleri ve boyaları uçan vapurları düşünebildiği deniz ona, ciğerlerine çektiği havanın kıymetini, açıkçası yaşamanın zevkini ve lezzetini verirdi. Ondan ötesi boş, ıssız manasızdı. Toprak, kendisine yelkenlerini yapmak için kereste, çekiç ve keser verdiği için biraz bir şeye benzerdi. Trifon toprağı sevmez; ona hürmet ederdi. Çünkü birçok sevdikleri orada, onun altında, aklın durduğu bir yerde yaşıyorlardı. Fakat toprağın üstünde koşan, onun üstünde beş on para kazanmak kaygısı ile dönüp dolaşan insanlar ne tuhaf mahluklardı. Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı. Bu mektebe giden ufak çocuklar, denizin karşısında mektebi unutup bir gün, bir gece düşünceli kalamazdı. Dersler deniz kadar güzel; deniz kadar öğretici miydi acaba? Trifon denize girmeyenlerle arkadaşlık bile etmek istemezdi.” (s. 19) Doğanın kalbini duymayanlara, kuş yiyenlere yuh var, para peşinde koşanlara, güzelliklere vakitleri olmayanlara. Dışlayanlara da, yaptığı büyük gemiye “Stelyanos Hrisopulos” adını verir Trifon, denize indirir, sonra örgütlü bir saldırıya maruz kalır, gemisi batar. Mesela bu öyküyü olayla bitirmiştir Sait Faik, karakterlere dair ne varsa derleyip toparlamış, final için yıkımı uygun görmüştür, hani uzlaşmazlığı göstermiştir de çizgiyi keskince çekmiştir ya, insanın ederini belirlemiştir. Dedesinin akıbetini de, daha doğrusu soyunun, onlar denize düşkün son insanlardır sanki, başkaları gelmeyecektir, Stelyanos’un gemisi batmıştır da kendi gemisinin batmaması için bir şey yapacak mıdır Trifon, denizlerin çağırışına uyup canavarların peşinden mi gidecektir, olasılıklar mutlak sonla azaldığı için yorumlamak daha kolay. “Bir Kıyının Dört Hikâyesi”nde ejderhanın öyküsünü ciddiyetle anlatan çocuğa arkadaşları gülüyorlar, çocuğu yalnız bırakıyorlar ama dünyanın en gerçek şeyi artık o ejderha, anlatıcının dinlemekten, dinleyerek inanmaktan başka nesi var, Trifon anlatacak kimseyi bulamıyorsa onun nesi var, en fazla ölüleri olur elde. Dedesi, babası, annesi, hani kıyıda ölüyü görse onu bile yanında taşıyacaktır zira denizden başka çok az şey vardır, deniz varsa insana ihtiyacı azalmaz da seyrelir mi demeli, öylesi yakınlıklara muhtaç değildir. Zaman zaman. “Ölünün başı büsbütün kalabalıklaşmıştı. Polisler de halkın arasına karışmış, geziniyorlardı. Bir lahza, ölünün de yanımızda olduğunu düşündüm. Hepimiz, sırtımızda ve elbisemizin altında, gözlerimizin içinde bir müstakbel ölü gezdirmiyor muyduk?” (s. 32) İnsan yitecektir, yitmeden gerektir, kıyıcı olsun olmasın.

“İpekli Mendil”, şu tornacı çocuğun derdini anlattığı öyküye biçimce ilham vermiş midir acaba, Orhan Kemal’in “Harika Çocuk”una? İpek fabrikası, gece vakti inceden bir gürültü, anlatıcı hırsızı kolundan yakaladığı gibi ışığa çeker, bir de bakar ki küçücük bir şey, muhabbeti de öyle, on beş yaşın ve yoksulluğun hikâyesi. Sonu yine paldır küldür geliyor, çocuk ağaçtan düşüyor, sevdiğine vermek için sakladığı ipekli mendil fırlıyor avcundan. “Ya… İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun; sonra avuç açıldı mı insanın elinden su gibi fışkırır.” (s. 39) Yerini, yaşını, toplumla arasındaki mesafeyi bilen muallim efendinin öyküsünde şu: “’17 yaşında bir erkek çocuk on yedi yaşında bir kız çocuğunun elini tutarsa, 35 yaşındaki erkek 17 yaşındaki kızın kocası da olsa şaşmamalıdır,’ dedim.” (s. 42) Kabullenişin yüceliği, usul usul anlatılınca teselliye dönüşür diye, yokluktan kurtulmak için kızı muallime vermenin çarpıklığını gösterir diye. “Şehri Unutan Adam” kurucu öykülerden biri yine, Sait Faik’in flanör, kâşif karakterlerinin ilklerinden. “Louvre’dan Çaldığım Heykel” bir Paris öyküsü, Verlaine’e benzeyen insanlar nehir kıyısında, akşamları “muzlim bir Baudelaire atmosferi”, bir de müzede Napolili balıkçının baharını yakalayan resim. Sırf resimde yakalanmaz ya, hikâyede de birkaçını yakalamak mümkün, sonra kızarlar, “Vay sarı çıyan, meğer yazıyormuş da bize söylemiyormuş!” diye. Olmuştur bu, ayıplanmalı mı Sait Faik, akla kalsa evet. Söylese neydi, söylemedi ne oldu, kulak asmamalı artık. Neyse, heykelin tekini sırtına yüklenir anlatıcı, öyle etki altındadır ki heykelin hayali, imgesi, neyin nesiyse, hep onunla artık. “Eve bir sıtma nöbeti içinde vardım, bir kartpostal büyüklüğünde kalmış, erimiş heykeli sırtımdan adeta kopararak masamın üzerine bıraktım ve yatağımın üstüne boylu boyunca uzanıp, bir sıtmalı gibi titreye titreye saatlerce kaldım.” (s. 79)

İhtiyar talebenin çektiği acıdan bir uzun öykü, vapurlarda gece karanlığının bir ettiği kadınlar, erkekler, büyük öykücünün daha ilk öykülerinden büyüklüğünü görmek.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!