Oya Baydar – Elveda Alyoşa

Baydar’ın kurduğu nostaljik anlatı güçlüdür. Devrimcilerin umut ışığına doğru kol kola koşmalarına, ardından tepetaklak düşmelerine dair öykülerin lirizminde görkemli yıkılışın sesi çeşitlenir, eşyadan mekâna yayılır, karakterden karaktere acılanır. Çoğunlukla pek acılanır, önde sürgünlüğün acısı, ölenlerin acısı, geride kalan çocukluğun acısı, aşırı acı. Usul usul değil, borazanla duyurulan acı. Yer yer sloganvari acı. Aldırılan çocukların, öldürülen gençlerin şahitliğinde Lenin’in bir sözü giriverir araya, proletaryanın iktidara yürüyüşündeki aksaklıkların açıklaması kesip atar hikâyeyi, bozar. Karakterin mücadelede ön saflarda yer almasına bağlayalım, anlatıcı genellikle kahraman olduğu ve olayların tam kalbinde yer aldığı için hikâyesine doktrin serpiştirsin, tamam da her öyküde pörtlüyor bu, anlatıcılar aynılaşıyor, aslında aynı karakterlerin başından geçen benzer olaylar içinde savrulmak, meh. Devrimcilerin aynı biliş düzeyinde, yaşam görüşünde ortaklaştıklarını düşünelim, bu kez de nostaljinin aynılığını sağlayacak eş zihin yapısı gerekir, zamanı aynı şekilde kuran, geçmişin yitimini aynı şekilde duyumsayan insanlar, birebir. Biçimsel farklar yok değil, bölümlemeler öyküleri ayrıştırıyor ama sesin aynılığının ortaya çıkardığı yüz sekiz tane sorun var, bunları aşamıyor kitaptaki öyküler. İki öykü yeterli yani, geri kalanında farklı bir şeye denk gelmeyeceksem okumak istemiyorum ama yine de okuyorum, iyi bir şeye denk geldiğim için yazar belki bu iyiliği sürdürmez de farklı bir iyilik koyar ortaya diye, koymayınca hayal kırıklığı. Onu arıyorum yani, formülün dışında bir şey. Hatta tek bir öykü yeter, sondaki uzun olan, “Brandenburg Kapısında Ölüm” nam. Gazete haberiyle başlıyor, iki Almanya’nın birleştiği gecenin sabahında Brandenburg Kapısı’nın hemen altında çöpçüler tarafından bulunan cesedin hikâyesi denebilir, geçmişe dönüp hem adamın hem yüce hayallerin yıkımına bakacağız zira Duvar yok artık, temsil ettiği değerler de yok, özellikle Batı’dan önce atılan, sonra getirilen muzlardan sonra. Muz. Doğu’da bulunmadığı, bulunanı da çok pahalıya satıldığı için sembol. Bölümlere ayrılmış öykü, ilkinde çağların, tarihin sesini dinliyoruz, asırlardır sayısız yok oluşa şahit olan ses/ölüm/komünün kolektif ruhu hangi duvarın yıkıldığını, kaçıncı şafağın doğduğunu bilmiyor, sadece gözlemlemek için orada. Mitik bir geçmiş biçiyor kendine, Ağaç-Tanrı’yı reddettiği için insanlarından koptuğunu sezdiriyor, ardından adamın akıbetini anlatıyor tarihteki örneklerinden yola çıkarak. “Duvar boyunca süzülüp toprağa doğru kayarken, dalları duvara değen yemyeşil bir ağacın tepesinden, tüfek seslerinden ürkmüş serçeler uçuştular. Kurşuna dizilme sırasını bekleyenlerin sanki neşeli türkülerini, meydan okuyan marşlarını, yanı başımda ölen ‘Yaşasın Komün!’ çığlığını duydum. Bir duvar yüksekliği zaman boyunca, ölümümü seçerek özgürleştiğimi, ama öldüğüme göre bu özgürlüğün bir anlamı olmadığını düşündüm. Yeşil yapraklar ve boz serçe bulutları örttü üzerimi, uyudum.” (s. 129) Anlatıcının cesetle karşılaştıktan sonra adım adım kadın anlatıcıya dönüşmesi ilginç, belki de kadın en başından beri direnişin ruhunu taşıdığı için arketipsel bir derinliğe sahip, yoruma açık. Kendi hikâyesini anlatmaya başlıyor sonraki bölümde, yirmili yaşlarının coşkusuyla diktikleri Duvar’ı gösteren fotoğraf, ardından öte tarafta kalan sevgiliyle bir umudu koruma çabaları, tek bu bakış. “İçine kötülüğün, sömürünün, baskının, eşitsizliğin giremeyeceği sağlam bir korunak; faşizme ve kapitalizme karşı Çin Seddinden daha görkemli bir kale örüyorduk inanç ve bağlılığımızla.” (s. 132) Geçmişten gelen bir kin yayılıyor metne, karakterler için temel: açlıktan toz toprak yenen savaş zamanlarında Rusların yaklaştığı duyulunca şenleniyor ortalık nihayet, askerlerin verdiği kara ekmekler kurtuluşun ilk işareti, sonrasında Duvar’a kadar giden rejim pratiği. Uyum kusursuz, adamla kadın kapitalist dünyayı alaşağı edebileceklerine inanıyorlar ki bu inancın ayakta tuttuğu insanların hayal kırıklığı diğer öykülerin de ana meselesi, öldürülen arkadaşların ardından yakılan ağıtlar sürgüne gidilen memleketlerin yabancı sokaklarında anlam bulmadan dağılıyor, yalnızlık baskın geliyor, tutunacak bir yakınlık olmayınca ölüme yatmışçasına yaşıyor karakterler. Adam yıkılışın ilk adım olduğunu söylüyor, Duvar’la birlikte inandıkları her şey alaşağı edilecek. Fotoğrafta duvarı inşa ediyor oysa, bir gecede yükselen tuğlaların beş on paraya hatıralık olarak satılacağı zamanları görmek büyük üzüntü. İkinci bölümde bit pazarından manzaralar, Polonyalılarla Türkler, Çingenelerle Pakistanlılar, yerler renk renk eşyayla dolu. Bir noktada sessizlik var, şenlik oraya uğramıyor, Duvar’ın yıkılmasından önce hemen herkesin yaşamının bir parçası olan semboller var örtünün üzerinde. Oraklı çekiçli, bayraklı, devrimin kuşattığı nesnelerin alıcısı yok, unutulmaya yakın anılar gibi duruyor öyle, anlatıcı gelene dek. Eşyaları karıştırıyor, fotoğraflara bakıyor, Duvar’ı inşa eden adamı görünce neleri kaybettiklerini hatırlıyor. Üç kuruşa satın almayacak eski umutların görüntülerini, örtüye düşen yeşil yaprağı alıp uzaklaşacak. Son bölümde, “Birleşmenin İlk Çocuğu”nda yeni dünyanın yeni insanları üzerinden bir anlatı, umutların kıyaslanması olarak da düşünebiliriz. Yine öykülerdeki izleklerden biri bu, çocukların nasıl bir dünyada yaşayacaklarıyla ilgili kaygı, yaşamayacaklarıyla ilgili de kaygı, kürtajla aldırılanların acısı yaşam boyunca sürüyor da rejimlerin yıkılıp yenilerinin kurulmasıyla birlikte değerlendiriliyor. “Oymalı Sandıkta Vurulan Çocuk” misal, 1971’le 1980’de, iki zaman çizgisinde geçen olayların ortaklaştığı nokta anlatıcının şahit olduğu ölümler, doğmayışlar. Darbe olmasaydı da çocuğu aldırıp aldırmayacağını bilmiyor anlatıcı, sadece o gecekondu mahallelerine çıkan yokuşta boylu boyunca yatan genç adamı gördüğü zaman kendi çocuğunun olası yaşamıyla ölümü kıyaslayabiliyor cehennemin içinde. “Keşke doğursaydın çocuğu. Bunca genç ölüye inat, hayatı sona erdirenlere inat, şu yokuştan geçmeyen zamana inat, korkulu, acılı olacağını şimdiden sezdiğimiz geleceğimize inat, keşke doğursaydın çocuğu!” (s. 105) Marburg, 1984, ülkeye dönüş riskli olsa da anlatıcının arkadaşı dönecek muhtemelen, ayrılmalarından önce sokaklarda dolanıp geçmişin muhasebesini yapıyorlar. Çocuğun kimden olduğu önemli değil, söylemiyor anlatıcı, Marburg Kalesi’nin parkında oynayan çocuğu izliyor. Bitki isimleri, şehrin soğuğu, yabancılık sızıyor aralardan öyküye, doğanın tanıdıklığı acıyı bir ölçüde dindirse de insandan yana sıcaklık kalmamış artık, bir başınalığın çaresizliği mutlak. İlk öyküdeki Frankfurt manzarası böyle, sonraki öykülerde Hititlerden kalma kalenin anıları böyle, Ankara’da bozguna uğramaktan henüz çok uzak olan devrimci gençlerin savrulan yaşamları, bir ölçüde uyum sağlamak zorunda bırakıldıkları kapitalizmin verdiği tiksinti. Yenik kuşağın hikâyeleri. Yenilgiden ders çıkaran kuşağın aynı zamanda, kendi yaşam sürelerinde rüyayı tamamlayamadılar ama sonrası için diri tutuyorlar umutlarını, rüzgâr her şeyi alıp götürmemiş.

Diğerlerinden ayrı duran öyküyle bitireyim, “Eski Ev” anlatıcının çocukluğundaki Makriköy’ü anımsamaya çalışmasıyla başlıyor, yaşadığı sokağı bulabilirse kaybettiği insanları bulabilir. Saraylı ailenin yıkılıştan çok sonra yaşatmaya devam ettiği imparatorluk düşleri eski konakta bir başına yaşayan ninenin mücevherlerine, eski kıyafetlerine sinmiş artık, on beş günde bir yapılan ziyaretlerde görüyor anlatıcı, çocukken o ziyaretlerde ne kadar sıkıldığını anlatıyor. Evler kat karşılığı müteahhitlere verildikten sonra tamamen tükenmiş o devir, öncesinde Ermeniler, Rumlar, Türkler, herkes iç içe, şeker hayat. Paskalya, Ramazan, her şey birlikte kutlanıyor, Agop’tan meyveler alınıyor, Agavni’den sütler, tam nostalji. Oğlu savaşta esir düştüğünde de, “Evropa”da tahsilini sürdürürken de kaygıdan mahvolmuş nine, bu yüzden ziyaretler önemli ama kadının konuştuğu da pek bir şey yok, imparatorluğu yok eden o “Gök Gözlü”ye saydırıyor, eskinin güzelliklerinden bahsediyor. Tarihe karışmış devlet, tarihe karışmış insan.

Brandenburg’lu öykü özetliyor aslında, Baydar’ın konsept öykülerinin tamamını okumak istemeyenler son öyküyü okusalar yeter. Onun dışında, eh, denk gelen ve isteyen tamamını okusun, ne diyeyim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!