Mahallede olay var, Mahfuz kendi halinde yaşayan insanların başına işler açıyor. Tepedeki kalenin altında mahzenlerde cinler mi yaşıyor, birileri kaybolduysa onlardandır. Muhtar her öyküde önemli, kimin başı dara düşse muhtara gidiyor, biri kaybolduysa muhtar arkeologlarla polisleri alıp mahzenlerde aramaya başlıyor kaybolanı da arkeologları neden alıyor, belki oranın girdisini çıktısını bildikleri için. Kimseyi bulamıyorlar, muhtemelen mahalleden kaçma olayı ama kimse inanmaz, ermişliğe veya ecinnilere karışmaya yorarlar. Halkın elinden inancı kimse alamaz, en inançsızı bile gidip büyücüden, cinliden medet umar. Mahalle küçüktür ama insanı bitmez, her öyküde farklı karakterlerle karşılaşırız, gerçi devamlılığa dair izler vardır ama emin olmak için gereken veri yok. “Yıldızların Fısıltısı” ilk öykü, Furca Hanım sebilin başında beklerken görüyor ki torunu su püskürten yol yıkama aracı yüzünden ıslanmış, koşup sarıyor çocuğu. Araya şunu sokayım, bunlar kısacık öyküler, Mahfuz normalde bu karakterlerin ötesini berisini anlatıp her birine bir rol biçer, kimini devrimci yapar, kimini halkı sömüren burjuva, bunları çakıştırıp dramlar yaratır, hepsini memleketin berbat haline bağlayıp bitirir hikâyeyi de alan dar, ne verecekse orada verecek. Sebilin başında bekleyenler var, su püskürten araç geçiyor, bunlara dikkat edeceğiz ki mahallenin sosyoekonomik durumunu anlayalım. Torun ıslanmış, o esnada muhtar yaklaşıyor, çocuğu ailenin karanlık geçmişinden kurtarması için taşınmalarını öneriyor Furca’ya. Yoksulluk var, nasıl taşınacaklar, başa gelen çekilecek. Şeyh Beşir çıkıyor o sıra tekkeden, Furca koşup torununun takkesini Beşşir’e veriyor ki fal baksın adam. Bulutlardan başka bir şey göremiyor Beşşir, başka da bir şey söylemeden yolluyor bizimkileri. Muhtar dinliyor muhabbeti, söylemedikleri yüzünden Beşşir’i suçluyor ama o kadarla yetinmeleri gerektiğini söylüyor Beşşir yoksa nimeti kaçarmış. Olay şu, mahalleye bir şarkıcı gelmiş, torunun annesiyle birlikte kaçmışlar, baba da bir süre sonra intihar etmiş muhtemelen. Dile getirmiyorlar ama, anlatıcı ölümün üzerinde şöyle bir durup geçiyor, intihardır sanıyorum. Kara bulutları soruyor muhtar, Beşşir’e göre kafa karışıklığı ve fitne anlamına geliyor ama en doğrusunu Allah bilir tabii. Bulutu aldık, “Nabka Eski Kalede” nam ikinci öyküye baktık. Sucu Adem’in son oğlu Nabka salgında ölen dokuz kardeşinden sonra dünyaya gelmiş, Adem şayet Allah canını bağışlarsa oğlunu zaviyenin hizmetine adamaya ahdetmiş. İmama teslim ediliyor Nabka, dürüst ve adil bir oğlan, eski kaleyi ve mahzeni çok seviyor. Kapılarının ne zaman açılacağını soruyor, yılda bir kez arkeologlar gelince, üstelik orayı cinler bastığı için tekin değil dolanmak. Ortadan kayboluyor Nabka, üç gün piyasada yok, ortaya çıkınca imamına rest çekiyor, mahallenin muhtarına rest çekiyor, edepsizlikle suçlanınca herkesin edebince konuşmasını istiyor, kirli çamaşırlarını suratlarına vuruyor insanların. Muhtar eline sopa alıp çocuğu dövmeye başlayınca mahalleli birbirine giriyor, çocuğun erdiğini düşünenler bir tarafta, diğerleri diğer tarafta. “Daha sonra Nabka’nın hikâyesine dair bana anlatılanlar tuhaf, tutarsız ve abartılıydı. Mahallede patlak veren ve her kesimden insanın karıştığı bir kavga hakkında muğlak ve çelişkili ifadeler vardı; kavga bütün gün sürmüş ve ancak akşam karanlığı çöktüğünde sona ermişti. Nabka’nın tutuklandığı söylendi; ayaklar altında çiğnendiği de söylendi. Ancak mezarlıkta yaşayanlar onun hayatta olduğunu ve mahzenin arka taraflarında onu dolaşırken gördüklerini söylediler. Onun her adımda büyüyüp irileştiğini, devleştiğini, hatta başı artık görünemeyecek kadar gökyüzüne doğru yükseldiğini ifade ettiler.” (s. 14) Ortadan kaybolursa biri, halk hemen üfürmelere başvurup boşluğu dolduruveriyor, çocuğun mahalleden ayrıldığını düşünmüyorlar da eski kalede ikamet ettiğini düşünüyorlar. Buradan iki mesele çıkar, anlatıcıyı bir hikâye derleyicisi olarak düşünebiliriz, anlatılanları dinleyip kurgulayarak anlatıyor neler döndüğünü, ikincisi de başın gökyüzüne yükselmesinden kara bulutlara varmak çıkar mı, aşırı yorum mu olur bu, olursa olur veya olmaz. Birinin kara bulutu başkasının gökyüzüne değmiş yüzünü işaret edebilir.
Mahalleliyi sömürenler kahvehanelere yayılırlar, etrafları boş kalmaz. Mahallenin Çocuğu gibi üç beş delikanlı çıkarsa huzursuzluk çıkarırlar ama hemen tepelenirler sonra, her şey normale döner. Bu çocuğun annesi babası yoktur, onun bunun hizmetini görerek geçinir, sonra bir gün küçük bir kedinin hayatını kurtarır. Oradan geçen bir şeyhin hayatını da kazara kurtarır zira araba kediyi ezmesin diye bağırdığı zaman şeyh ürküp durmuş, az ötesine düşen koca taştan şans eseri kurtulmuştur. Çocuğu hemen ermiş mertebesine yükseltirler tabii, baş tacı ederler. Cinlere mi karışır nedir, mahzendeki yatağına yatıp uykuyu beklerken derinlerden bir ses duyar çocuk, Zavi Ağa’ya gidip haram yolla topladığı tüm malları dağıtmasını söyleyen sese kulak verir, ertesi gün gidip Zavi’ye gerekeni söyler. Bir araba sopa yer, topallaya topallaya mahzenlere dönerken birinin şakasının kurbanı olduğunu düşünür ama bir iki gün sonra yine aynı sesi duyar. Bu kez emindir, cinler konuşmaktadır, gidip Zavi’ye yine ıstırap olur. Bu kez daha beter dayak yerken mahalleli toplanır, erdiğini düşündükleri çocuğu korumak için Zavi’ye pat küt girişirler. Cinlerin anlattığı hikâyeler kadar garip bir hikâyedir bu, mahallenin muhtarı gördüklerine inanamaz, ağalara isyana cin hikâyelerinden başka yerde rastlanamayacağını düşündüğünden gerçeklikle bağı kopar adeta. Bu da öykülere serpiştirilmiş küçük işaretlerden biri, toplumun iktidarla ilişkisinde çıkmaz. “Tevhide” mahallede yaşayan üst sınıfın yaşamına yakından bakmak için sanıyorum, toplumsal bağların altlara doğru güçlendiği yerde mahalin etkisi nedir, şu: Tevhide beyaz ev denen evde yaşıyor çünkü evin sakinleri beyaz tenli. Dünya tatlısı bir kız Tevhide, anlatıcı çocukluğunda hayranlıkla izlediğini hatırlıyor kızı. Ecnebi okula ait araba gelip kızı almaya başlayınca aralarında uçurum oluşacağını düşünüyorlar, kız İtalyanca ve Fransızca öğreniyor, o sıra Baudelaire’in şiirlerinden, Descartes’ın fikirlerinden bahsetmeye başlıyor derken mahalleyle bağını kesiyor mu, hayır, aksine. Mısır’ın şarkıcılarını dinlemeye devam ediyor, fal baktırıyor, arada piyanoyla çaldıkları da güzel. “Mahallemizde öğrendiği, eski çağların mirası olan şeyleri içinden ne Beethoven ne Descartes ne de Baudelaire söküp atabilmişti,; zira hâlâ buhura ve falcılara inanır ve mahallemizde mahzenin üstünde yer alan eski kaleyi cinlerin mesken tuttuğuna bütün kalbiyle inanırdı.” (s. 20) Yıllar geçiyor, anlatıcının ailesi göçüyor, beyaz evin ahalisi farklı şehirlere dağılıyor derken yaşlanıyorlar, kaç zamandan sonra karşılaştıkları zaman anlatıcı tanıyamıyor Tevhide’yi. Kadın yaşlanmış, şıp diye fark edip çağırıyor anlatıcıyı, karşılıklı hal hatır sorarlarken suçun kendisinde olmadığını söylüyor Tevhide, değişen kendisi değil. Burada son bir yük bırakıyor çocukluk arkadaşının omuzlarına, şıkır şıkır kıyafetleriyle lüks arabasının camından bakarken tanınabileceğini düşünüyor zira aynı Tevhide, değişmemiş. Fikrince. Diğer yanda anlatıcının asıl değişmeyen kişi olduğu malum, hatırlayanın Tevhide olduğunu düşününce. Öyle bir uçurum var ki sınıflar arasında, öyle bir adaletsizlik kök salmış ki yine anlatıcı haksız. Son bir öykü, ne var, “Fırın”. Klişe hikâye aslında, zengin kızla fakir oğlan kaçıyorlar, ceplerinde beş kuruş yok, aileleri reddediyor hemen evlatlıktan. Sonra kızın ailesi dara düşüyor, yokluk yüzünden evi satışa çıkarıyorlar, o sıra kız parayla geliyor. Fırın açmışlar, işleri yolunda gitmiş, hayırlı evlat aileyi kurtarmak istiyor. Çok kuvvetli bu aile bağları, çok büyük felaketler yaşanmadığı sürece bireyler kopamıyorlar ailelerinden. Daha da başka bağlar, toplumsal dinamikler var, okurun elinden öper. Kısacık öyküler, Mahfuz’un metinlerinden keyif aldım Cebelavi Sokağı’nın Çocukları‘ndan sonra.
Cevap yaz