Yozgat’tan efil efil bir yel gelir, kırsalın mimiş insanlarından horoz şekeri tadında hikâyeler foşkurur, sonra annemin liseden mezun olur olmaz atandığı Anadolu kasabasının küçücük hastanesinde gördüklerini hatırlarım, kanım donar. Necip milletimizin müstesna fertleri livatadan kafa kırmaya pek çok müşahhas iş peşinde koşmaktan yılmaz, annem kan tahlili yapıp hikâyeleri dinlemekten yılar, on sekiz yaşında dert sahibi olur, zamanı gelince kaçar oradan. Çiftci’nin öykülerini tuhaf numuneler olarak gördüm, elbet tamamen öznel, benim de ilk atandığım beldede şahit olduklarımı ekleyince Anadolu’ya dair olumlu bir tanecik fikrim yok. Üzgün olmadığım için üzgünüm, böyle. Benden utana sıkıla borç isteyip sonraları yurtta tecavüze uğradığını öğrendiğim çocuk ne oldu, kızını “çalıştıran” anne yeni ev aldı mı, “Hıcaa, mayışı alınca bize masa kur ha,” diyen dallama kapatması üzerinde son model dövüş tekniklerini uyguladı mı bilmem, insanından nefret edip dönmüştüm. Edebiyatımızın esas meselelerindendir ama ben hiç yazmam bunları, kan dondurucu şekilde klişeleşmiştir, anlatmaya değmez yeni dille bütünleşip gelmemişse. Ha yok muydu orada Çiftci’nin karakterleri, vardı ama mevzu olduğu zaman perdeleri çekerler, “Bizim uşaktır,” deyip arkalarını dönerlerdi. Kuru ekmeği bölüşen, kötü günde sırtını veren falan, hey yavrum hey. Buraya kadar öfkemi kustum, şimdi sırf metin. Çiftci o güzel insanları, Anadolu’nun hasretlerini, sevgilerini anlatıyor, kaybolmuş zamanların tarihini tutuyor. Diğer yanda göç olgusu var, Ankara köylüyü yutan dev bir çark olarak çıkıyor karşımıza, Kemal Ateş’ten sonra meseleyi derinlemesine ele alan kim var dense Çiftci derim çünkü bu ikisinde rastladım bir, başkaları da anlatmıştır ama bilmediğim için sıkıyorum şu an. “Adem’in Kekliği ve Chopin”den giriz: sade anlatım, olay olay olay, bir iki makara, azıcık yerellik, öykülerin formülü bu. Adem anlatıyor, çocukluğundan beri elinde hep keser, çekiç falan, en sonunda “Adem Kalfa” oluyor. Marangoz kalfası, işinde iyi, toptancı Nazif Bey’in telkiniyle yallah Ankara’ya. Kızılay’da sanat galerisi var, Adem oranın duvarlarına çivi çakıyor, çaktığını çıkarıyor, düzenliyor duvarları. “Galeri” demişler, araba galerisi sanmış, meğer “resim heykel satıyorlarmış”, köyden indim şehre. Galerist Bora çok konuşuyor, çok gülüyor, çok sanat bir adam. “Hiç hazzetmem böyle adamdan. Ağır otur, batman gel aslanım!” (s. 8) Düzen onun, Adem iş görsün tamam. “Tamirci Çırağı” çalmaya başlıyor o sıra, oğlan galeride dolanan bir kadına âşık oluyor. Hey gurban olduğu Mevla, bir daha göster o kızı, Mevla göstermiyor. Kadın bir resme uzun uzun bakmış, Adem fotoğrafını çekiyor resmin, her daim çalan müziği de açıyor arkadan, Chopin’le kara sevda. “Müziği çalan adam yaşamıyormuş, eskilerden bir adammış, adı da Şopen’miş. Adamın kendi yok Allah’ı var iyi çalıyor, dertli çalıyor. Belli ki o da sevdalık derdi çekmiş.” (s. 12) George Sand gülerdi, Solange daha da gülerdi, akar gönüllü Chopin’i dinleyip aşk biçen Adem’e dikiz. Yozgat’a döner nihayet, anası hemen dayı kızı Asiye’yi kilitler, Ankara’ya taşınırlar. İstikamet galeri, Asiye neden galeriye geldiklerini merak eder, Adem çerçevelerin asıldığı yerleri çaktığını söyler. Böyle bir hüzünlü aşk hikâyesi, temiz Anadolu çocuğunun şehirle imtihanı. “Ese Dayı”da bu kez yol gösteren var, anlatıcının babası ölünce söylememişler çünkü işi bir bıraktı mı daha tutunamayacağını düşünmüşler Ankara’da. Tanıdık manıdık olsaydı iş bağlardı hemen, telafisiz bir acıyı çeke çeke heder olmazdı oğlan, olsun. Baba yatalakmış, babalık edememiş, yük çocuğun omzunda. Bekçilik ettiği inşaata dönünce gözünün yaşı durmaz olmuş, o sıra çıkmış piyasaya Ese, çocuğun ustası olmuş. Sırf iş değil, elifba da öğretmeye başlamış, Kuran okumuşlar, bir ferahlık gelmiş oğlana. Askerlik çıkmış aradan, Ese’yle inşaatlara devam, evlilik piyango. Ese’nin bir kızı varmış, öyle aslan gibi birini bulamazmış, o zaman evlenseler. Olur, kızlarının adı Elif, oğlanın adı Ese. Böyle bir hikâye, sımsıcak bir tandır ekmeğine basılmış otlu peynir rayihası yayılıyor. “Ankara’nın İnşaatları” kara versiyon, ana söylüyor: Adil’in haberi gelince Ayşegül feryat figan, babasını bir daha göremeyecek. Gerisi aile faciası, Yozgat’tan Ankara’ya gidenlerin makus talihi, kara yazısı. “Gelini alıp karşıma konuştum; ‘Bizim kaderimiz bu yavrum.’ Gelin kız da iyice dolmuş herhalde ‘Bu körolası Ankara’da neçe inşaat varmış yap yap bitmez,’ dedi.” (s. 26) Yokluk, nesilden nesle toprak paylarının giderek küçülmesi, varsa kuraklık derken herkes Ankara’ya gitmek istiyor, analar eşler erkekleri tutmaya çalışıyorlar ama nafile, ekmek oradaysa can uçurumun ağzında. Ateş’in metinlerinde toprağı bırakmanın ayıbından da bahsediliyor, Çiftci’de yok bu. Ata toprağı bırakılmazmış, ne kadar kısır olsa da işlenir, gerisi umulurmuş. Eh, nüfus arttıkça umulacak şey azalıyor, başka çare yok, ucuz işçilik. “Kasap Kokusu” esnaf hikâyesi, anlatıcının babası et et koktuğu için evde tatlı atışmalar, civarın tuhaf insanlarından tuhaf anılar, en sonunda kahraman kasabın süpermarkete yenilişi. Tunus’ta at yenir miymiş yenmez miymiş, yan hikâye. Çiftci birkaç yan hikâye atıyor, bir iki tip koyuyor, ömürleri şöyle böyle doldurup bağlıyor sonu, bu da ekmek. Bana yaramaz, beğeneni anlarım.
İki uzunca öyküyle bitiriyorum, yüce gönüllü ve irfan kumkuması insanlar bıktırıyor az. “Memur Çocuğu Karpuzdan Ne Anlar?” kasaba sıkıntısını orasından burasından anlattığı için öne çıkıyor. Çay bahçesinde oturmuşlar anlatıcıyla Salih, işi gücü olmayan insanlar ne yaparlarsa onu yapmıyorlar muhtemelen, geçim sıkıntıları göç edenlerinki kadar değil. Kamyoncu Kürşat sokuyor bunların aklına ticareti, hani karpuzu yüklenseler de getirseler, sokağın başında satsalar deli para kaldırırlar. Anlatıcının aklına yatınca doğru anneye, onda para yok. Baba zaten memur çocuğunun öyle iş yapmasından yana değil, hem milletin lafı hem de ne karpuzu, otursun da memur oğlu olarak pineklesin. Abla var allahtan, iki bileziği veriyor ama en kısa zamanda geri almak şartıyla, enişte mahveder valla. Ayarlıyorlar parayı, gecenin köründe yola düşüyorlar. Matrak serüven, karpuzu bulmaları yine öyle, hiçliğin ortasında buldukları adamlar karpuzları yığarken üç beş düşürdüklerinde bizimkilerin kulağına eğilip fısıldıyorlar, üç beş bir şey atsalar o düşen üç beş karpuz artık düşmeyen üç beş karpuz olurmuş. İyi, kasabaya döndüklerinde hemen başlıyorlar ama kestikleri hep keleş çıkınca olmuyor, ilkokulun öğrencilerine hediye ediyorlar hepsini.
Parasız yatılının portakal hikâyesi, başka bir kara sevda, memleketimden insan manzaraları. “Neşeli Gelin” ikinci hoş öykü, ailenin babası oğluna pek karışmasa da eşi hemen bir kısmet uydurmaya çalışıyor çünkü bizim büyük patolojimiz: askerden dönüp eli ekmek tutmaya başlayan oğlanın hemen everilmesi. Neşeli bir gelin buluyorlar eşin hayalindeki gibi, istemeye gidiyorlar, kızla annesi gerçekten şen insanlar oldukları için kahkahalar havalarda uçuşuyor, espriler başlarda paralanıyor, bilmem ne. Kızın babası kuytuda uyarmasa şapa oturacaklar, ikisine para yetiremediğini, borç üzerine borç yaptığını söylüyor adam. Anlatıcı hemen bir kalp ağrısı uydurup kendini yere atıyor, anca öyle kurtuluyorlar. Oğlan da farkındaymış zaten, iyi olmuş. Şu arkaik meseleler kafama bir tane sıksın istiyorum bazı, neyse ki Çiftci’nin dili kurtarıyor. Bazı öykülerde o da kurtarmıyor. Genele baktığımda bizim kahveden Hilmi Dayı geliyor aklıma, hep onu örnek gösteririm, süper anlatır hikâyelerini. Çiftci mi Hilmi Dayı mı, her türlü Hilmi Dayı. Üstelik elinde kâğıt kalem de yok, ona rağmen.
Cevap yaz