Mario Vargas Llosa’nın “Latin Amerika’da Yazar” adlı bir yazısı var, o coğrafyadaki yazarların hâlâ acayip yenilikçi ve üretken olmasının sebeplerine değinen daha iyi bir yazı okumadım şimdiye dek. Yazarları da Vururlar adlı kitapta var bu yazı, bir kısmını alacağım, okurlardan girip Latin Amerikalı yazarlardan çıkıyor şu uzunca bölüm: “Resmi kültürün gerçekliği gizleme ve çarpıtma politikasına karşı romanların, şiirlerin ve oyunların bir denge oluşturmasını ve bu politikanın kurbanları arasında değişme ve başkaldırı ruhunu ayakta tutmasını beklerler. Bir başka anlamda, bu durum, yazara bir yurttaş olarak bir çeşit ahlâksal ve ruhsal önderlik görevi yükler; yazar da, yazarlık yaşamında oynaması beklenen bu rolün gerektirdiği gibi davranmak zorunda kalır. Yazar, hiç kuşkusuz, toplumun kendisine dayatmak istediği bu görevi geri çevirebilir ve bir politikacı, ahlâkçı ya da toplumbilimci olmak istemediğini, yalnızca bir sanatçı olmak istediğini açıklayarak kendini kişisel düşlerine verebilir. Ne var ki, yazarın bu tutumu da siyasal, ahlâksal ve toplumsal bir seçim olarak görülecektir (bir bakıma öyledir de). Yazar, gerçek ve gizli okurlarınca bir kaçak ve hain olarak görülecek ve şiirleri, romanları ya da oyunları tehlikeye düşecektir. Bizim ülkelerimizde insanın sanatçı olması, yalnızca bi sanatçı olması, bir tür ahlâksal suça, siyasal bir günaha dönüşebilir. Edebiyatımızın damgasını taşıdığı bu olgu göz önüne alınmazsa, bizim edebiyatımız ile öteki edebiyatlar arasındaki ayrımlar bütünüyle kavranılamaz.” (s. 26) Toplumsal ve siyasal sorunlara tepkisiz kalmayıp öykünün -ya da tür neyse- estetiğini de geri plana atmamanın böyle başlı başına bir yolunu açmış Asturias, müthiş gür bir ses bulmuş, ülkesinin çektiği acıları gösterirken kültürünün nüvelerini de içeren bir pencere sunmuş okura. Tam Nobel yazarı. İyi anlamda: Biçemi yeni bağlantılar kurdurur kafada, alışılmışın dışını gösterir, halkın gündelik yaşamına inerken güncelin -aynı zamanda süreğenin- sorunlarını inceler, son derece lirik bir manzaradan katliamlarla dolu kızıl havalara şıp diye geçiverir de akıl havsala bırakmaz, hikâyeleriyle hayranlık ve öfke uyandırır, yaşamanın coşkusuyla, dayanışmayla biçimlenmiş insanların inandıkları uğruna ve ölümün rağmına vazgeçmemelerini, savaşmalarını, daha da övemedim, yeterli, öykülere bakalım. “Guatemala’da Hafta Tatili” roman olmaya doğru giderken öykü olmaya mı karar vermiştir nedir, bir ABD askerinin katliam için taşıdığı silahları kaybetmesinin upuzun hikâyesidir de tek bir açıdan yaklaşmaz mevzuya, bazı bölümlerde oldukça dışarıdan izleriz “Harkins Olayları”nın patlak vermesine yol açan kişileri, bir bölümde bu kişilerden birinin anlatımına rastlarız, başka bir bölüm diyaloglardan oluşmuştur mesela, anlatım teknikleri havalarda uçuşur. Hikâyeyi takip etmenin en zor olduğu öykü bu olsa gerek, zira zamanlar arasında atlama zıplama çoktur, Çavuş Peter Harkins’in yediği nanenin boyutları ortaya çıkana kadar debelenir dururuz, parçaları biraz sabırla birleştirince Asturias’ın onca şeyi bir araya getirme becerisine şapka çıkarırız. Harkins’in bir barda olanları anlattığı sahneyle açılır hikâye, dinleyicilerine “o gece” sarhoş olmadığını, sadece biraz içtiğini söyler. Kamyona yüklenmiş silahları devletin açıktan veya gizliden desteklediği katliam tayfalarına götürmek üzere yola çıkar, biraz da aptalca olduğu için yırtıcı hayvanların ulumalarından çıkardığı: “Aslanlar, kaplanlar… ‘Devrim Stadyumu’nda yapacakları bir Romalı şenliğinde zengin Katolikleri parçalasınlar diye ‘komünistler’ aç bırakıyorlardı onları… Dini bütün bir Romalı yerine koydum kendimi, yüreğim cız etti…” (s. 20) Asturias’ın kendisi de yerli, Kilise’den çektiklerini eziyetin dinî boyutu olarak aktarıyor böylece. Bu mesele iki ay önceki bir olayı anımsattı, Balat taraflarında bir esnafla sohbet ediyorum, seçimlerin üzerinden çok geçmemiş. Adamın söylediği: “Mültecilerden bıktık biz, istemiyoruz. Oğan’a güvendik, o da bizi satıp Tayyip’e yanaştı. Ne yapalım ne edelim diye konuştuk mahallede, bizi bu durumdan bir o kurtarır diye Erbakan’a oy verdik.” Gerçek. Harkins işte, yolda yürüyen birisine çarpar, çarptığı kişinin kolları açık bir durumda havalandığını göz ucuyla fark eder ama inip baktığı zaman kimse yoktur, şarap rengi bir kadın mantosundan başka hiçbir şey göremez ortalıkta. Bütün bunları anlatırken Brooklyn’de bulunmanın çok kıyak bir şey olduğunu söyleyip durur, şimdi düşününce bunun bölümler karışmasın, kimin konuştuğu belli olsun diye konmuş bir anıştırıcı olması muhtemel ki diğer bölümlerde de rastlanabilir böyle şeylere, neyse, adamın taşıdığı onca silaha ve görevinin gizliliğine rağmen tuzağa düşebileceğini düşünmemesi ve dağ başında aracını durdurup çarptığını düşündüğü kişiyi aramasıyla birlikte değerlendirildiğinde aptallığı iyice ortaya çıkıyor. Sonra silahları teslim edeceği yere gelir Harkins, bir de bakar ki kamyonun kasası bomboş. Bunları anlatır adam, barmen adamın bardağını viskiyle doldurmayı sürdürür, bar ortamına dair hoş detaylarla karşılaşırız. Oldu bittiden sonra küçük çaplı bir kriz patlar tabii, adli ve siyasi makamlar mevzuya karışarak araştırmalara başlarlar. Çok uzağa gitmek de gerekmez gerçi, kadın mantosunun cebinden çıkan kartta “Ada Nuffio, Fizik Öğretmeni” yazmaktadır. Kadının katakullisini görmeden önce numaraları ve işaretleri silinmiş uçaklar ve katliamları engellemek için kurulan gizli örgütler çıkar piyasaya, memleket küçük ve direnişçi az olduğu için sonraki öykülerde karşılaşacağımız bir iki isimle bu öyküden tanışırız. Nihayeti şudur açıkçası, Nuffio örgütün akıl dolu haberleşme yöntemiyle elde ettiği bilgiyi hemen değerlendirir ve Harkins’i punduna getirir, hem de öyle güzel getirir ki tekrar okunası. Bir Harkins’in gözünden, bir Nuffio’nun gözünden hem de, öykünün başıyla sonu. Kısa roman bu öykü ya, kısa roman diye bir şey varsa.
“Hepsi Amerikalı!” ayarında bir öykümüz var mıdır diye düşündüm, bilemedim. Müthiş bir hıncın öyküsü, ressentiment‘in nihayet eylemle kırılması, Milocho kardeşimizin Alarica Powell’dan yüz çevirip yurdunu savaş alanına çeviren insanlardan intikam alması. Şöyle bir ikilik var, ülkenin yanardağları zamanında şehirleri yakıp yıkmış, insanları öldürmüştür ama doğanın bir parçasıdır sonuçta, insan o dağlara tapmış, sonraları neden taptığını unutsa da saygı göstermiştir, kendinden bilmiştir hatta. Gezi sırasında çenesini tutamayan Amerikalı turistlere göreyse o ülkenin yerlileri gibi eskimiş, işe yaramaz hale gelmiş yer şekilleridir sadece, ara bölümlerde gösterilen subayların ve diğer kodamanların halkı lüzumsuz gördükleri gibi görürler dağları. Milocho’nun sıtkı yavaş yavaş sıyrılmaya başlar, tansiyonun yükseldiğini adım adım görürüz, en sonunda gezi otobüsünün şöyle bir havalanıp yükseklerden yere çakılmasını izleriz. Turisti generali, ukalası kibirlisi o bombaların götürdüğü yere giderler, kimse kurtulamaz, Milocho’nun öfkesi alayını mahveder. Neyi kapsar bu öfke, mesela kendi mezarı kazdırılan, sonra vurulup o mezarlara doldurulan, Amerikalı reklamcıların tavsiyesiyle delik deşik görüntülerinden korku devşirilecek sendikacıların doğurduğu öfkeyi, İtalya’dan gelip hükümet yanlısı dangalakların tuttuğu fişleri ele geçiren ve sayısız komünisti devlet teröründen kurtaran adamın öfkesi, halkçı hükümetin kamulaştırma yoluyla toprak verdiği, yine de feodal beylerle mücadele etmek zorunda kalan yerlinin öfkesi, komünist damgası yedirtilen saf yerlinin pek çok arkadaşıyla birlikte katledildiğini görenlerin öfkesi, şiirden fırlamış rengârenk imgeler içinde yaşarken yurdundan edilenlerin, daha kimlerin öfkesi. “İnsanlar ölümden de dönerler. Her şeyi yakan bir yangın, toprağı, en meşru sahipleri olan bu ülke çocuklarının ellerine geri verecek ve gökten bomba yağdıran Amerikalıların kurbanları olarak Naique Beyon Cuyqué gibi ölenlerin ya da kaybolanların dönüşünü müjdeleyecek. İşte o zaman halkın sevinci ortasında, yeşil tüylü sorguçlarının sembolü görülecek.” (s. 145)
Tam da anlatamadım ama çok iyi öyküler yahu, çok çok iyi öyküler.
Cevap yaz