Adalı öyküler konseptin parçaları, diğer öyküler diğer öykü. “Birinci Ada (Korku Adası)” Alice göndermeleriyle, karakterin gerçeklik zemininden yavaş yavaş düşsel uzama geçmesiyle güzergâhı ve nihai noktayı belirleyen tipik bir Saçlıoğlu öyküsü. Nedir, karakteri şaşırtan, hedefine varmasını veya varamamasını sağlayan nedenlerle sonuçlar hikâyenin sonunda tepeden veya akil karakterden gelen açıklamayla oluşan anlam zeminine oturur, şeylerin neden öyle olduğunu anlarız. Şeylerin neden öyle olduğunu vermeyen, nedenselliği faş etmeyen öyküler elden gelir, bu yüzden Saçlıoğlu’nu sevdiğim yazarların arasına koymam, tabii kurmaca görgüsünü takdir ederim çünkü az da olsa sevdiğim türde öyküleri vardır. Bu kitaba da koymuştur onlardan, önce okura iş bırakmadığı öykülere bakayım. Oğlunun istediği dört kitaptan üçünü alan anlatıcı yorulmuş, kendini civardaki “sevimli” çay bahçesine bırakıvermiştir. Ha, Saçlıoğlu’nun üslubunun örneğini vereceğim, hiçbir öyküde şaşmaz: “Topu topu on iki masanın bulunduğu bu küçük çay bahçesinde servisin neden böyle hızlı olduğunu anlamak için caddeyle birleşen o dar sokağa bakmak yeterlidir. Giysi satan birçok dükkânın bulunduğu bu sokakta her gelir düzeyine uygun, giyilebilecek bir şeyler bulmak olasıdır. Eşimin de ara sıra gelip alışveriş yaptığı bu sokağa çoğu zaman kalabalıklığı yüzünden girmek istemem. Yolu uzatacağımı bile bile kitapçıların bulunduğu geniş caddeyi yeğlerim.” (s. 19) Karakterler yaşamla ilgili çıkarımlarından acayip emindirler, düşünceleri nettir, konuşurken teklemezler, gevşeklik yapmazlar. Bu yüzden robot gibi gelirler bana, fikirleri seslendirmek için ağız vazifesi görmekten başka yanları var mıdır, belki. Evet, adamımız etrafı dikizlemeye başlar, sonra psikoloji son sınıfta okuyan oğluna aldığı kitabın adından işkillenir hemen, Korku ve Ötesi, acaba kendisinin korkuları ne? İkinci çayı içmeden kalkar, çığırtkanlara takılarak giysi pasajına girer, “Alice’in düştüğü delik”te yürümektedir adeta. Satıcılardan biri kündeye aldığı adamımızı korkularla dolu dükkâna sokar, o dükkân anlatıcınındır ve raflarda yaşamı boyunca edinmek istediği eşyalar, bir anlamda sırf korkuları yer alır. Türlü çeşitli korku, en büyüğü akıldan geçenlerin herkes tarafından duyulabilmesi, satıcının ayarladığı şekilde yüzleşilecek. İnsanlar sağlı sollu sıralanmıştır dükkânın önüne, anlatıcı aralarında sonsuza dek yürüyecek, aklından geçen her şeyi duyuracaktır. “‘Duyulmaması için anımsamamanız gerek. Oysa insan bir kez anımsamaya başlarsa gizlediklerini, beyninin içine giren kurt onu kemirir, yeni korkular, daha büyük, daha dehşetli korkular, en olmayacak düşünceler, günahlar, suçlar yaratır.’” (s. 32) Teşekkürler satıcı, aklımız oldun. Şundan sevmiyorum, King’in formülü bence şahane bu konuda: en az iki mevzuyu tokuşturmak ve geri çekilip ne olacağına bakmak lazım uzun uzun malumat vermek yerine. Kujo‘nun kaynakları arasında King’e doğru hızla koşan dev bir köpek vardı, diğeri de gardıroplarda gizlenen umacılarla ilgili bir şeydi galiba, başka şeylerin yanında en önemli ikisi. Demek istediğim, aklımızdan geçenlerin duyulmasına dair korku tamam da öykünün geri kalanında bununla tokuşacak, bunu açacak başka bir öge yok, oğlana alınan kitaplardan dükkânların yer aldığı “Birinci Ada”ya kadar her şey bu finalin rotasında yer alıyor zaten. Tek çizgi. Beni kesmiyor. “İkinci Ada (Sis Adası)” muazzam bir öykü mesela, nereye gittiğine dair hiçbir işaret yok. Sisin içinde her şeyin kaybolup gitmemesi için tek bir sese yaslanabilmenin hikâyesi, o kadar yoğun bir hiçlikte benliğin kaybolmasına dahi varılabilir. Tren yolculuğu, gece, yıldızlar yok, tren yavaşlayıp durunca anlatıcı bakıyor camdan, karanlık ama herhangi bir gecenin karanlığından çok farklı. İkinci Ada istasyonunda duruyorlar, anlatıcı sağır ve dilsiz yol arkadaşıyla birlikte aşağı iniyor, arkadaşının sisin içine yürümesiyle kaygılanıyor çünkü dönemezler bir daha, sis her uyarıcıyla oynar, boşlukta bırakır insanı. “Sonsuzluk gibi,” diyor anlatıcı, tam öyle. Gerçekten de kaybediyorlar treni, kondüktöre sesleniyorlar, cevap yok. Uzaklardan başka bir ses duyuluyor, korkudan beklentiye geçiş müthiş, bilinmeyenle muhabbet daha müthiş, absürtlüğü matrak, sisin neliğine dair çağrışımlar, iddialar daha iyi. Ortaya çıkan kör adamın götürdüğü kahvehane kapalı ama dönüş yolunu biliyor en azından, onları trene götürüyor adam. İki şeyi anımsadım, önceki öyküde korkunun içine yürümeyi Jodorowsky “psikobüyü” olarak adlandırıyor, yardımını isteyenlere en büyük korkularıyla yüzleşecek ortamlar yaratıyordu, bu öyküde de Hesse’nin şiiri düştü aklıma: “Siste yürümek ne tuhaf!/ Yalnız olmaktır yaşamak./ Kimse kimseyi tanımaz,/ Herkes yalnız.” Anlatıcının arkadaşı çok ilginç bir deneyim yaşadıklarını yazıyor kâğıda, kör adamla anlatıcının arasında geçen konuşmaları merak ediyormuş, yazar mıymış anlatıcı? Dört dörtlük nokta: “Kaç sayfa boş kâğıdın var?” Sisin zamansallığı sonsuzluğa varır, anlatıcı sonsuzluğu kâğıda sığdırmaya çalışacaktır muhtemelen, on numara beş yıldız. “Üçüncü Ada (Yalnızlık Adası)” yine başarılı bir öykü, dağın ada olarak değerlendirilmesi makul çünkü su yeterince yükselirse dağ adalaşır, suların çekildiği durumlarda adaların tepelere dönüşmesi gibi. Tuncer Erdem’in Ben, Bozkır Yeli nam metnindeki öykülerle kardeş öykü bu, rüzgârın oradan girip buradan çıkması, insana karışması karakterleri ortaya çıkarıyor: kaymakam, polisler, bakan, geyikler ve yılkı atları. Rüzgâr her yeri dolanırken kaymakam iki geyik getiriyor köyün yakınlarındaki gölün etrafına, ormanlık alanı düzenleyerek doğal yaşamı zenginleştirmeye çalışıyor. Köylüler memnun, adamın ne yaptığını pek bilmiyorlar ama güler yüzlü, içten biri kaymakam, güven veriyor. Polislerde iş yok, kaymakamın getirdiği geyiklerden birini vurup av eti yiyecekleri için mutlu oluyorlar, bir de takdir bekliyorlar kaymakamdan ama paparayı yiyorlar tabii. Eşini kaybeden geyiğin olabildiğince az insanlaştırılarak devindirilmesi ilginç, dürtüsel davranışlarla kurulan hikâye hoş. “Dördüncü Ada (Yargı Adası)” darbelerden sonraki yargılamalara bakış, Zincirbozan’la Yassıada karışımı. Evinden alınan yarbay diğer pek çok görevliyle birlikte Yargı Adası’na götürülür, süreci takip ederlerken işlerini en iyi şekilde yapmaya çalışırlar ama karar çoktan belli midir, tiyatro mudur her şey, su götürür. Ülkenin gözü mahkemeden çıkacak sonucu bekler, ortam aşırı gergindir, genç yargıçlardan biri mahkemenin başkanına rejim davasını adi suç davasına çevirdiği için çıkışır, oysa genelkurmay başkanının emirleri yerine getirilmektedir sadece. Yargıç bir süre sonra duruşmalardan “nazikçe” uzaklaştırılır, son güne kadar kenarda oturtulması gücüne gidecektir ama yaşadığı ülke, yani zaten hukukun üstünlüğü diye bir şey yoktur geçmişten beri, kabullenir yargıç. Kilidi bozuk bavulunu iple sarmıştır adaya gelmeden önce, evine dönerken nöbetçi subaya bavulunu aldırır, subay da iple bağlamıştır ama parmak kalınlığında yağlı bir İngiliz urganıyla. Şunu diyeceğim, Saçlıoğlu açmayınca açmıyor, açmadıkça öyküleri asgari öykü olmaktan kurtuluyor. Keşke her öyküsünü böyle kursa. “Beşinci Ada (Düş Adası)” iyi bir fikir üzerine kurulmuş iyi öykü, ada öykülerinin dışındakilere iyi diyemiyorum ama ilki hariç başarılı bunlar. Uykudaki benlikle uyanık benliği iki farklı benlik olarak kuran anlatıcı uyanık benliği uyku diyarına geçirmeye, uykudaki benliği bastırmaya çalışıyor ama bu durumda tam tersi de mümkün, haliyle sağlam bir çatışma çıkıyor ortaya, dünyalar karışıyor, karmaşa güzel. Ses hızını aşan uçakların havayı bomlatmasını diyar değiştiren benliğin bomlamasına uyarlamak, belki bu zorlama, gerisi tamam.
Dilden, oyundan yana beklentim yok, hayal gücü için okurum Saçlıoğlu’nu. Denk geldiğimde, yoksa aramıyorum. “İkinci Masal” son öykü, sıkılarak okudum mesela, genetiğin yol açtığı etik ve ahlaki kaygılar çok eski mevzu.
Cevap yaz