Doktor gelmez, gelene kadar ihtiyaç kalmaz çünkü, hasta ölür. Vergi borcunu ödemeyenleri tutacak kolluk kuvveti bin ihtardan sonra lütfederse gelir, haciz memuru haczedecek bir şey bulamaz, Makal yıkılmaya yüz tutan okulu vergilerle tekrar yapacaktır ama lazım olan paranın yüzde birini bile toplayamaz, köylüler “at, eşek okuması” yerine çocuklarının Kur’an okumalarını isterler, muallimin dinden yana yüzü olmadığını gördükleri için tek taş koymazlar okula. Hır çıkar, millet birbirini vurur, jandarma kaç zaman sonra yetişir. Devlet köye geç kalmıştır kısacası, “mıktar” malı fazla olandan seçilir ki eline bakılsın, oy karşılığı para versin, türlü dalavereyle köylünün kanunsuz işlerini yürütsün. Erbaş’ın şiiri der ya, köylü öyledir, böyledir, kokar, cahildir, çürüktür, leştir de köylüleri nasıl kurtarmalı? Makal bir şeyler yapmaya çabalıyor, ajans haberlerini anlaşılır hale getiriyor, köy odasında bir şeyler okuyarak bilinçlendirmeye çalışıyor insanları, okumanın kötü bir şey, zaman kaybı olmadığını anlatabilse yeter. Orhan Veli’nin çevirilerini okuyor, kurdu köyün kodamanlarından birine, kuşu zavallılara benzetip eğleniyorlar, dinlemekten keyif alıyorlar da aynı keyfi çocuklarının almasına neden karşı çıkıyorlar? Dursun Akçam da köyde okumanın zaman kaybı olarak görülmesini anlatır uzun uzun, dinî metinler okunsa en azından öbür dünyayı garantiye alırlarmış, burası önemsizmiş, öyle yaşayıp gidiyorlarmış. Şeyhlere itimat tam, devletin örgütlenemediği kadar örgütlenen hacılar hocalar her köye bir temsilci atayarak milletin nesi varsa el koyuyorlar, samansızlık yüzünden eli böğründe gezenler son samanlarını, ağızlarındaki son lokmayı hemen haberciye veriyorlar, hemen. Makal’ın aklı almıyor, sorduğu zaman aklının almayacağını söylüyorlar, şeyhlerinin canı kendi canlarından daha kıymetli. Sözlük’te okudum da hoşuma gitti, Atatürk’ün devrimleri Anadolu’nun köylerine inmez, karşı devrim çoktan başlamıştır, Allah diyen sakallıların önünde diz çökmekten başka hiçbir şey düşünülmez, çoktan geçilmiştir bu dünyadan. Öyledir, Allah korkusu arşa çıkmıştır da Allah kelamı kulak arkasına düşmüştür, köylüler komşularına kazık atarlar, bir araya geldiklerinde kalibreyi büyüterek komşu köyleri yakarlar bu kez, hırsızlık yaparlar, yalan söylerler, rüşvet verirler, muallimleri döverler sık sık. Makal’ın bir arkadaşının başına gelenler ibretlik, adam gavur olarak bellenince kıza yan bakma davası uyduruyorlar, dövüyorlar, öldürmeye çalışıyorlar. Yalancı şahit hazır, kan içinde ilçeye götürdükleri adamı şikayet ediyorlar, bir araba sopa da orada yiyor muallim, namussuzluk bilindiği gibi yargıya ihtiyaç duyulmadan cezayı kesmeyi gerektirir. Sonradan yalancı şahitlik yapan kadın tehdit edildiği için adamı suçladığını belirtse de adı çıkıyor bir kez adamın, hemen başka bir yere şutluyorlar. Köye ne oluyor, var olmaya devam ediyor. Bugün de var olmaya devam ediyor, değişen bir şey var mı? Filyos’un köyleri farklı mıydı ki? Filyos farklı mıydı? “Bizim uşak” her türlü herzeyi yer, kollanır. Çaycuma’dan gelen çocuklar dövülür, dövenlere ceza verilmez, o parlak gençler başka okula gitmek zorunda kalırlar. Beldeye gelen yeni öğretmeni yoklarlar, gazete alıyorsa hangi gazeteleri okuduğunu öğrenmeye çalışırlar, evde ne yapıp ettiğini sorarlar, boş boş oturmaktansa sohbetlere gelmenin nice iyi olduğunu anlatırlar. Sene kaç, değişen bir şey yok.
Kuşun bile uçmadığı bir yokluğa kolluk kuvveti nasıl gelir bu durumda, öğretmenlerden biri bir kitap yazmıştır. Yazar, yapacak bir şeyi yoktur, yakacak bulunmadığında kara kışta neyin dersi, yağmurlar yağar da okulun çatısı göçer, duvarı çürür, kimse el atmaz, dersler yapılmaz ki yapılmasın zaten, çocuklar şeyhlere yollanır, tarlaya gidip çalışırlar, öğretmenin içi kan ağlar da okuyup yazmaya verir kendini, yazar, Varlık‘a yollar, yolladıkları basılır ve köylülerin eline geçer. Muhtemelen Makal’a gelen dergileri karıştıranlar uçurur haberi, ayın sonuna doğru gelmesi gereken dergilerin gelmediği olunca Makal anlar. Gidip idareciyle konuşur, eline geçenler için şükretmesi gerektiğini söyler idareci. Hemen çıngar çıkar tabii, köyün bütün halleri apaçık ortadadır, çorabı yırtığından malını mülkünü şeyhe verenlere dek herkes şikayetçidir Makal’dan, gidip babasına şikayet ederler. Gavur damgası yer, bir ölçüde dışlanır, neyse ki köylülerin her türlü işine yardımcı olduğu için arkadaşı gibi dayak yemez ama tonla laf yer, niyetinin kötü olmadığına ikna ettiğince köylülerden saygı görmeye devam eder. Molla geldiğinde pabucu dama atılır nihayet, adam köy odasında öğretmenlerin gavurluğundan girip din düşmanlığından çıkarken Makal’ın yüzü kararır, bağlandığı inkılâpların savunusunu yapmaya kalkar ama sesi çıkmaz, o cahilliğin içinde ne diyeceğini bilemez de kovulur odadan, başka mollalar da gelecektir, yer kalmamıştır. Eve gidip gözyaşları içinde uyur, ne yapsın. Kolluk kuvvetleri nasıl gelir demiştim, Makal kitabını yazar ve bastırır, yazıları zaten tutulur ama kitabı daha da tutulunca devletin gözünü üzerine çeker, hapse atılır. Çıkıp köye döndüğü bir zaman mıktarla karşılaşır, mıktarın söylediğine göre ilçenin ileri gelenleri birilerinin kulaklarını doldurmuşlar, Makal’ı aralarında yaşatmamalılarmış, o bir yılanmış, yazdığı yazıları radyo vasıtasıyla Rusya’ya bile yolluyormuş. Nasıl, tepedeki anten uzaklardaki sesleri alıyorsa toprağa gömülen anten de sesleri yerden iletiyormuş, Makal antenini çok iyi gömdüğü için kimse görmemiş o güne dek, geceleri raporlarını okuyormuş moskoflara. Köye radyoyu ilk kez getiren Makal, aletin nasıl çalıştığını anlattığı zaman çok az kimse inanmış, onlara göre yerin altında bir adam varmış da o konuşurmuş, şarkı söylermiş, neyse artık. Hemen almışlar Makal’ı içeri, Oktay Rifat avukatlığını yapmak için Ankara’dan kalkıp gelmiş ama o zamanlar için ipe sapa gelmez şeyler söylemiş Makal, mesela demirci, kömürcü, memur, amir eşit olmalıymış. “Bir an için bunu söylediğimi düşünün; kötü bir şey mi bunu istemek? Ama 1950’lerin Türkiye’sinde büyük laf sayılırdı ve de keserlerdi kişinin iflahını. Peki, böyle söyledim ya da söylemedim, onun üzerinde dursalar ya! Ne gezer, hem öğretmenlik yaptığım köydeki evim hem de kendi köyümde babamın evi arandı. Basılı basısız ne kadar kâğıt varsa birer çuvala doldurulup getirildi mahkemeye.” (s. 175) Alıntı Kendileri adlı kitaptan, yazmıştım bir zaman o kitabı da. Neyse, kitapların arasında Sabahattin Ali’ninkiler göze çarpmış, sonra daha büyük bir torba getirip kitapları dökmüşler ortalığa. Baba evindeki kitaplarmış onlar, jandarma evi kuşatıp basmış, Makal’ın babasını tarladan getirmişler, bucak müdürü babayı bir güzel haşlamış. Kendisi de çocuk okutuyormuş ama evinde kâğıt kitap yokmuş, niye “Mamıdefendi”nin sağa sola sapmasına müsaade etmiş, ceza olarak koca torbayı köyün alt başındaki muhtar odasına dek taşıtmışlar. Gönül zenginliği gibi güzel şeyler yazmak yerine köylerin yoksulluğunu yazanlara ders olsunmuş. Makal biraz da gönül borcundan ötürü devlete pek giydirmiyor gerçi, az giydiriyor diyeyim. Yaşar Kemal’in giydirmelerinin ötesinde İrfan Yalçın’ın Kara Ölüm‘ü var, zamanına göre benim gördüğüm en sert eleştirilerden biri o metindeydi ama Yalçın’ın başına bir iş gelmedi sanıyorum, Makal sert bir gerçekçilikle her şeyi açık açık yazdığı, o zamanın en iyi dergilerinden birinde yazıları yayımlandığı için hapisten kurtulamıyor. Çok daha azı için hapse atılanları hatta öldürülenleri düşününce ucuz kurtulduğunu söyleyebiliriz, hileli seçimlerle sonraki seçim arasındaki dönem demir pençe tuttuğunu parçalıyordu.
Daha da çok şey var söylenecek ama yeter bu kadar. Köylerin halini merak eden okusun, geçen seksen yılda hiçbir şeyin değişmediğini aklında tutarak.
Cevap yaz