Mahir Öztaş – Taksim: Bir Şenliği Yaşamak

Kumbaracı Yokuşu’nda oturuyormuş Öztaş, üç dört gün önce hayatımda ilk kez o yokuştan aşağı indim. On yıldır Şişhane’de çalışıyorum, bir kez olsun inmemiştim, ehliyet sınavı var diye bir bakayım dedim, on numara beş yıldız yer. Sağda kat kat binalar yükseliyor, gerçi bunun nesi on numara. Solda yine bir şeyler yükseliyor, yol geniş, yeşil var biraz. Sevdim oraları, yaşamak isterdim. Öztaş çok güzel yaşamış anlaşıldığı kadarıyla, Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık okumuş, şimdiki Mimar Sinan’da, evine on dakika. Bu kitapta ilgi alanına dair veriler anılarından daha çok yer kaplıyor, tam bir anıcı olduğum için derlenmiş bilgilerden ziyade Öztaş’ın yaşadıklarını öğrenmek isterdim, sonuçta doğma büyüme oralı. Büyüme kısmında Arnavutköy de var ama çok uzak değil oraya, gençliğin Beyoğlu’nda geçmesi başkadır. Özellikle 1960’ların sonuna denk geldiyse bu gençlik, dolu doludur. Sinematek’in girişindeki kitapçıda Oğuz Atay’a rastlayabilirsiniz, Onat Kutlar zaten arkadaşınızdır veya arkadaş çevrenizdedir, dönemin kültür sanat insanlarıyla vakit geçirebilirsiniz. Bunun yanında acılar da vardır, 1 Mayıs 1977’de silahlar patlarken şans eseri meydanda değil Öztaş, yokuşun aşağısında bir yerden çember çizerek meydana ulaştığında o koca kalabalığın dağıldığını, polis arabalarının doluştuğunu görüyor. Yanında Tahir Abacı’yla kardeşi var, yolda karşılaşmışlar, sonra Fındıklı’da oturup sakinleşmişler, olanları konuşmuşlar. Ertesi gün gazetelerden öğrenmiş Öztaş neler olduğunu. Anılardan gidiyorum, sonra Beyoğlu’yla ilgili birkaç bilgi, tamam. Burhan Arpad’ın Perde Arkası‘yla birlikte okunursa Öztaş’ın metni, eğlence mekânlarını önceki yüzyılın başına kadar takip etmek mümkün. Öztaş da anlatıyor ama 1950’lerin ortasından itibaren gördükleri ağırlıkta tabii, seyyahların ve Beyoğlu’nda yaşayan insanların hatıratlarına başvurup metnini sıkılaştırmıştır da Arpad’ın doğrudan tanıklıklarıyla birlikte tamamlanır yakın tarih. Gerçi pek çok metinden pek çok şey tamamlanır, Eptalofos Kahvesi örneğinde olduğu gibi. Öztaş buranın son demlerine yetişmiş, o zamanlar serserilerin takıldığı loş bir mekân haline gelmiş burası da önceden Behçet Necatigil, Edip Cansever, Leylâ Erbil, Oktay Akbal gibi sanatçılar takılıyormuş. Aynı mekânda Ermeni yazarlar da takılıyor, hangi metinde olduğunu unuttum da bir yerde yazıyordu, iki grup arasında muhabbet varmış ama ben okuduğum anılarda rastlamadım. Bugünkü Burger King’in köşesi işte, caddenin girişinde bir mekân, daha da böyle kaç mekân. Kemancı’ya rastlamak hoş oldu, sondan bir önceki bölümde Eski Kemancı’dan falan da bahsediyor Öztaş, ben onlara yetişemedim ama yerin altındaki izbe yere yetiştim. Volvox’u izlemiş orada Öztaş, bir zamanların müzik mahfilinde. Birkaç bina ötesindeymiş Sinematek, Sıraselviler epey zenginmiş bu açıdan. Sait Faik Hikâye Armağanı’nın törenleri bir zamanlar Pera Palas’ta yapılırmış. Ortaya karışık yapıyorum görüldüğü üzere, neye denk gelirsem. Nur Subaşı, meşhur oyuncudan dinlemiş Öztaş, AKM’de yangın çıktığı sırada sahnede olan oyuncularla birlikte can havliyle koşturmaya başlamış Subaşı, koca koca camları indirerek kurtulmuşlar. Sağcıların yaktığı fısıltı gazetesiyle yayılmış hemen, sonrasında yenisi dikildi. Çok yangın çıkmış oralarda, ahşap yapılar çatır çatır yandıktan sonra yerleşim yerlerinin bugünkü yapısı ortaya çıkmış, özellikle 1900’lerin başındaki faciadan sonra. Beyoğlu’nun yarısı yanmış neredeyse, İstiklal Caddesi baştan inşa edilmiş. Lütfi Kırdar’ın yıktırdığı Taksim Kışlası var, aslında şahane bir yapıymış ama kıyılmış. Menderes’in düzenlemelerinde de çok sayıda mühim yapı yıkılmış, şehrin hafızasını taşıyan binaların en önemlilerinden bazıları yok olmuş. Hareket Ordusu geldiğinde en büyük arıza Taksim Kışlası civarında çıkmış, şahitlerin aktardığına göre İstanbul gerçekten savaş görmüş o gün, toplarla yıkılan yapıları düşününce. Öncesinde daha değişik şeyler var, son yıllarda Şinasi’nin zorlukla bulunan mezarı gösterdi ki denize doğru inen yamaçlar bir zamanlar komple mezarlıkmış. Doğuya bakan kısım Müslüman mezarlığı, batıya doğru azınlıkların mezarlıkları başlıyor da aşırı geniş bir alana yayılmış mezarlıklar bunlar, üstlerine öyleydi böyleydi derken dikivermişler binaları. Bugün Tepebaşı’nın olduğu yer de mezarlıkmış, kısacası o su taksiminin yapıldığı bölgeye kabaca sınır dersek ki Heykel’in oralar işte, ötesinde ya tek tük özel mülkler ya da geniş mezarlıklar yer alıyor. Doğan Kuban’dan, Çelik Gülersoy’dan alıntılar yapıyor Öztaş, bu mezarlıkların bir bölümü taşınıyor ama koca mezarlığı taşımak pek mümkün olmadığı için kamusal alana evriliyor önce buralar, ardından yapılaşma başladı mı önü alınamıyor artık. Aşağı yukarı otuz kırk yıl oralardaki mekânların ömrü, yıkarak modernleşme garabeti. Maksim olsun, Kristal olsun, ayakta kalan yapı pek az. Rexx’i yıkacaklar şimdi, günümüze uzanan dehşet bayağı. Heykel’in önünde buluşulur gibi Rexx’in önünde buluşulurdu eskiden, şimdi nasıl bilmiyorum ama hafızamızın birazını daha yitireceğiz. Boğa kalacak bir. O sinemada, sinemanın bulunduğu binada ne anılarım var ya, Guthrie Govan’ı o binanın altındaki mekânda izlemiştim, Filmekimi, sevgililerle gidilen filmler, neler. Küçükyalı’daki binaları kaydediyorum, bunu da kaydedeyim. Neyse, Avrupa’dan gelenler Ayaspaşa civarındaki mezarlıklarda deniz manzarası eşliğinde vakit geçirmeyi severlermiş, Batı’nın mezarlıkları oldukça kasvetliyken Beyoğlu’ndakinde kahvehane bile açılmış, çubuk içip muhabbet ederlermiş insanlar, Avrupalılar şaşırırlarmış. Şimdi oralar ya park, ya otel, ya apartman mapartman bir şey. Kazı yapıldığında kemikler çıkarmış hâlâ, kimilerinin düşündüğü gibi antik dönemden kalma kemikler değil de 19. yüzyılın sonlarına doğru iyi edilen azınlık mezarlıklarından kalanlar aslında.

Biraz daha anı: Mustafa Irgat’la Seyhan Erözçelik bir zamanlar Gümüşsuyu’nda birlikte yaşıyorlar, Öztaş’ın evi de yakın olduğu için görüşmeleri kolay. Bir gün Erözçelik’le takılıyor Öztaş, çakmak çakan cinayet işleyecek, öyle bir içmece ki anlaşıldığı kadarıyla Öztaş sağlam içici, bir yere gidecekse kadehiyle birlikte gidiyor. Neyse, gece boyu içiliyor, sonra arabaya atlayıp doğru Sarıyer’e, teknede devam edecek muhabbet. O kafayla iyi sürüyor Öztaş, tekneye biniyorlar, sonra dalgalara kapılan tekneyi kıyıdakiler çekmeye çalışıyorlar. Öztaş bir uyanıyor, kıyıda kargaşa var, kendisi teknede sallanıp duruyor, düşse eyvah. Devamı daha beter, yine o kafayla dönmeye çalışıyorlar ama tepenin birinde kontrolü kaybediyor Öztaş, karlı zeminde uçuruma doğru kayan arabayı Erözçelik’le bir arkadaşları önden itip durdurmaya çalışıyorlar. 1 metre kala anca duruyor araba, sonra yine o halde Beyoğlu’na dönüyorlar. Müthiş yani, melekler korumuş resmen. Mustafa Irgat kendine has bir karakter resmen, lise yıllarındaki deli coşkusuna İzel Rozental değiniyordu biraz, burada arkadaşına satış koyması var. Sıkıyönetim var, sokağa çıkma yasağı, Ufuk Üsterman’la Mustafa Irgat bir otelin barında içmeye başlıyorlar. Vakit ilerliyor, Irgat o otelde kalıyormuş zaten, odasına çıkıp uyuyor. Üsterman otelin lobisindeki bir koltukta sabahlıyor yasağın kalkacağı vakte kadar. Lamartine Caddesi’yle bitireyim, Turgut-Tomris Uyar çifti bu caddedeki bir binaya taşındıktan sonra -Levent’teki o yalnızlık kalesini bırakmaları, nihayet- evlerine sanatçılar gelip gidiyor, Öztaş onlardan biri. Selçuk Baran’la orada tanışıyor, Füsun Akatlı’yla tabii. Sarılığa yakalandığı bir dönem içemiyormuş, gece Taksim’de dolanırken Tomris Uyar’a rastlıyor, içemediğini söylüyor, Uyar da eve davet edip kahve ikram ediyor, sabaha kadar muhabbet. Seviyorum böyle hikâyeleri, yazdıkları metinlerden neredeyse daha çok. Olağan, gündelik hallerinin yalınlığından belki, metinlere kıyasla.

Kişisel tarihçe, Öztaş’ın yaşadığı Beyoğlu’nu okumak lazım.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!