M. Kansu – Kim Söyleyecek Ölü Olmadığımı

Şurada zorluklarla dolu hayatının hikâyesi, Kansu yazmaya ömrünü vermiştir, tıpkı Adnan Binyazar gibi. İki yaşam kaç yerde kesişiyor, Kansu’nunki çoğunlukla Kıbrıs’ın küçük meskenlerine dağıldığı için daha pektir, mekânın yoğunluğuyla dolu. Bu kitapta denemeleri var, Tarık Dursun K. haklılıkla övmüş, Lefkoşa-Mağusa yoluna dair yazı yeter övmeye. 1990’lı yılların ortalarından bu yazılar, Kansu emekliliğinde yerel gazetelerden birinde -adı vardır belki, bulamadım- günlük yazmış olsa gerek. O yolu iyi bildiğimden, hem bir anmak istedim, neşenin ardından üzüntüyü duymuştur. Gözümüz tabii cehennemlikteydi, limanda gemiye yüklemeyeceğiz de çözüp bırakacağız herhalde, oralara gitmek bize yasak olduğu ama asıl kışladan çıkma olanağı bulduğumuz için sevinçliyiz. Giresunluyla atladık, kasadan pek sarkmıyoruz çünkü Unimog, gerçi burada Kansu’nun anlatımından o yolu görmeli: “Lefkoşa-Mağusa arasını bir sıcakkanlı yılan gibi bağlayan bu yolun iki yanındaki ağaçlara; tek ağaçlara, birkaçı birarada olanlara, birbirlerine sokulup bekleşen kümelere bakarsınız, bu kocaman ovanın ortasına serpiştirilmiş ağaçlara. Bazıları kurumak üzere boyunları bükük; birbirlerine, bir güce yakarışın uzamları içinde, bazıları yalnızlıklarının, tek başına kalmalarının hüzünlerini duyurma çabalarına durmuşlar, birçoğu kümeleşip bekleşmenin sonsuz tedirginliklerinde. Birileri mi geliyor uzaklardan eli baltalı ya da bıçaklı?” (s. 160) Bir yazının sözcüklerini yan yana getirmek ister Kansu, parıltıyı yakalamıştır. Ya da parıltı onu yakalamıştır. O ânı tam bilemeyiz, her şeyin ayağı yerden kesilir biraz, ayağımız yerden kesilir, eksenimizden kayarız, bir daha olamayacağımız benlikle bilmeden vedalaşırız aslında, yazıya dönecektir. Başlığı düşünür Kansu, sonra minibüstekilere bakar, Girne’de yangın çıktığını öğrenince yazının da ekseni kayar ve Beşparmak’ın denize bakan yamaçlarının toptan alev aldığını öğreniriz. Birileri dağları yakmaya başlamıştır, ağaçlar kararmış, hayvanlar ölmüştür, Girne’ye uzun bir süre gitmeyecektir artık Kansu, kendine yasaklamıştır. On yıl önce o yamaçlardaki köyleri görmüştüm, birinin sokaklarında dolanmak istemiştim de kıyıdan ayrılamamıştım, ileride bir gün. Yine hastaneye dönüyorum, ne zaman Kıbrıs’ı hatırlasam o geceye, o hastaneye, dağların kara devler gibi göğe yükseldiği, gizli gizli sigara içtiğim, nöbet kulübesindeki erin gizli gizli sigara içtiği geceye, sonraları hatırlayacağımı biliyordum ama başka birinin geçmişini hatırlayacağımı bilmiyordum, kopuştan haberim yoktu, benliğin değişkenliğinden hiç. Unimog gidiyor, Giresunlu ikide bir kahkaha atıyor, bir şeyleri gösteriyor, kamuflajın yan cebine elimi atıp kitabımı yokluyorum. Susuyor, gösterecek farklı bir şey yok, yol kendini kopyalıyor da uzayıp gidiyor, ağaçlar aynı yalnızlığı paylaşıyor, ova göz alabildiğine, o tozun toprağın rüzgârla savrulduğunu ve mekânın da kendini kopyaladığını hayal ediyorum, sonra şehri görüyoruz uzaktan. Sokaklar biraz daha farklı mı, Lefkoşa’dakileri andırıyor, Girne’dekilerden farklı. Limandayız, cehennemliği çözdük, fotoğraf çektirelim dedik astsubaylara yakalanmadan da yakalandık tabii, iki avanak başka ne yapacak, sırıtıp telefonu elimizden alıyorlar ve poz vermemizi istiyorlar. Seviniyoruz, tedirginiz, berbat fotoğraflar. Giresunluda kaldı, bende yok, Kıbrıs’tan birkaç fotoğraf anca. Anlatıyorum çünkü Kansu’nun dolandığı, anlattığı sokaklar capcanlı, tekrar dolanıyormuşum gibi hissediyorum, Selimiye Camii’nin oymalı eşiklerindeki azizlere bakıyorum, camlarının renkleri düşürdüğü yerlere, terk edilmiş gibi görünen sokaklara, insanlarla dolu hanlara. ODTÜ’de okumuş bir ressam kadın vardı, köşede resim yapıyordu sessiz sessiz. Kitapçıları hep kapalı buluyordum, neden? Işık Kitabevi, bir kez olsun giremedim, şimdi iki kitabım varmış orada. Gidip görsem. Kitap fuarı değil de kitap sergisi düzenleniyor orada, Işık Kitabevi’nden gelen kitaplar tezgâha serilmiş, bir de eski dostu gelmiş Kansu’nun yanına, kitaplarını seneden seneye imzalıyor. Eski dostu muydu, o küçücük yerde insanlar karşılaşa karşılaşa selamlaşmaz oluyorlar gün içinde de şairler birbirlerini selamsız bırakırlar mı bilmem, Kansu da merakla bakıyor, bir yıl sonra tekrar göreceğini söylediği dostunu -dostu olup olmadığı da belli değil, tanış, arkadaş belki, şiir kardeşi, ne bileyim- izliyor. Ayıp olur diye baktım, Memduh Ener’miş şairin adı, hiçbir şiirini bulamadım. Mehmet Yaşın almıştır antolojiye muhtemelen, bakmalı. Eleştirilmiş, ayıp edilmiş üstelik, öyle anlaşılıyor Kansu’nun savunusunda, kim Yaşın’a çıkışmışsa cevap verme ihtiyacı hissetmiş Kansu, antolojinin oluşumunu anlatıyor izansızlara. Yaşın’la dost sanıyorum, şehri genişletiyorlar. Poesia Sin Fin‘de Jodorowsky’nin şairleri birlikte yürürler kol kola, şehrin sınırlarını bulmaya çalışırlarken dümdüz bir çizgi belirlerler yürünecek, çizginin üzerinde evler varsa içlerinden geçerler, kapıyı açan olmazsa pencerelerden girerler, Kıbrıs’ta bunu yapmak çok kolaydır zira camlar ve kapılar açıktır. Açıktı. Televizyon oynardı, kadınlar otururdu, çocuklar koştururdu içeride, sınır duvarının dibindeki evlerin içleri böyleydi, göz ucuyla bakınca bile her şey görülebilirdi. Kaldırıma oturup bıdır bıdır muhabbet eden çocukların fotoğrafını çektim, kim bilir nerede, biri benim fotoğrafımı çekti, yok. Hiçbir yerde kalmadı yanağımın yarısı, hiçbir parçam hiçbir yerde kalmadı, tutmuyorum, istenmediğim yerde kalmıyorum. At, sil. Yok. Bana döndürdüm yazıyı, tekrar Kansu’ya döndürüyorum ve Barış Gücü’nün Arjantinli kadın askerine geliyorum çünkü Kansu kilitlenmiş, kadına bakıyor, aşk gibi bir şey doğuyor ama ayağı yerden kesiliyor hemen, Kansu uzaklaşan duyguyu izliyor, kadını izliyor, adanın geçicileştiriciliğini kaçıncıya hissediyor. Barışı tutundurmak, yazılarının esas konularından biri de bu, sınırın ötesindeki dostlarıyla birlikte el ele tutuşmak, ayrılığı bitirmek artık. ABD’de Rum gazetecilerle bir araya geldikleri zaman neler söylemişler birbirlerine, kardeşliğin sözlüğü varsa orada oluşmuştur, taraflar ölümlerden sıkılmışlar da birlikte yaşayabilmenin yollarını aramaya başlamışlar artık. 1990’lardan beri çok şey denendi, olmadı, umut yitecek gibi değil yine.

Okuma, yazma, Kansu’nun acısını dindirecek ne varsa zamanla ortaya çıkıyor. Aşk da. Mekânın darlığından mı iç içe geçiyor bunlar, kızın biri o kadar güzel ki takip ediyor Kansu, beyaz duvarlı kütüphaneye varıyor ve kızın ardından giriyor içeri. O güne dek okumuş bir şeyler ama oraya girmek aklına gelmemiş mi ne artık, onca kitabı görünce birini çekip alıyor da okumaya dalıyor. Eyvah. “Bir ara yerimden zıpladım. Kızı anımsadım. Hâlâ karşı odada mıydı acaba? Yavaşça ve O’na görünmemeye çalışarak ayak uçlarımda yürüdüm O’nun bulunduğu odaya doğru. Yüreğim çarpıyordu delicesine. Odanın içine baktım ya da baktığımı sandım. Odadaki herşey, siyah tül bir perde arkasında gibi belirsiz ve sanki sisler içinde. Kendimi toparlayarak yeniden baktım odanın içine. O, yoktu! Buharlaşmış, kanatlanıp uçmuştu. Kara bir hüznün ağırlığı çöktü içime. Beyaz Kütüphane’nin çıkış kapısına yöneldim ve kapısından çıkınca koşmaya başladım. Yoktu, O. Görünmez olmuş, kaybolmuştu. Sokağın ortasında bir kez daha yalnızlığıma itilmiştim. O, yoktu, gitmişti. Belki de O, benim heyecanlarımın ayrımında değildi. Bir varlığım, bir anlamım da yoktu belki.” (s. 185)

ABD izlenimleri, Washington, sadece gay ve lezbiyen kitapları -bu ne demekse- sattığını söyleyen kitapçıyı hemen benimsiyor Kansu, zamanı gelince çoğalacak yeni bir türün doğduğunu o an düşünüyor, kuir edebiyatı bu kadar hızlı kutlaması muhteşem. Memleketi henüz istediği gibi değil ama dışarıda güzel şeyler oluyor, mesela şiir toplantıları düzenleniyor, komşularla kucaklaşılıyor, insanca yaşamın işaretleri bariz. Kansu’nun öykülerine de bakmalı, bir şeyini okumuştum ama neyiydi, hatta şiirlerini de bulmalı. Kıbrıslıdır, Kıbrıs’ı sokak sokak yaşar Kansu, okunmalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!