Dinçmen memleketin Prens Adaları civarına gözlerini dikmiş, oradan muhtemelen Kaş’a zıplamış ve Kars’la finali yapmıştır. Bu şu demek oluyor, aslında bir şey demek olmuyor, ama oluyor, Kars’taki imam nikâhının Almanya’daki yankısı misal, Kaş’taki bürokratik cehennemle Kafka’ya selam, bir de adaların yalnız insanlarının bol psikozlu yaşamları ve mücadeleci balıkçıların Tuzla açıklarındaki mukaddes yerlerdeki işeme işlemleri ilgilendirecek bizi, insanlar yani, safi insan. Klasik anlatının sıkıntısını iyi anlatılmış hikâyeler kapıyor, Dinçmen müşahhas delilikleri anlatarak zamanının insanlarını, 1940’ların oturmamış bürokrasisini ve çok partili sistemin kırsalı cangıla çevirmesini inceliyor. Kendisi asabiye doktorudur aynı zamanda, ünlü bir tabiptir, karanlık işlere bulaştığı da olmuştur ama öykülerinden taşmayalım, “Hiçliğin Balladı” ilk öykü. Rüya sekanslarını psikanalistlerin çözümlemesine gerek yok, seksen yaşına kadar cinsellikle uzaktan yakından alakası olmamış bir insanın gördükleri o kadar da sembolize değil, mesela yeni sevişmiş bir erkeğin fermuarı indirip derisini açması, iç organlarını lök lök çıkarıp masaya koyması ve bağırsaklarının altından çıkardığı son parçayla birlikte posaya dönmesi, kadının posayı alıp içine sokması ve fermuarını kapatması gayet anlaşılabilir. Ben bir şeyler anladım: seks iki insanın iç organlarını takas ettikleri bir eylemdir, kadın Bilquis’ten el almıştır da erkeği içine sokup sonsuz bir zevk âlemine salmıştır, bunun gibi şeyler. Asıl hikâye Mahpeyker’in çocukluğundan ölümüne dek yaşadıklarıdır, Osmanlı’nın son zamanlarında saraylıların düşüşüdür aynı zamanda, Dinçmen soylu bir ailenin seyri üzerinden verir arkada dönen işleri. Ölü buluyorlar Mahpeyker’i başta, en azından beş gündür ölü, kapıdaki sütlerden ve taş kesmiş ekmeklerden belli. Hiçliğe karışmıştır Mahpeyker, anlatıcının üzerinde ısrarla durduğu boşluğa. “Kışları ada hemen hemen boşalıp tek-tük evlerde geçmişlerine kıvrılıp kalmış bir-ii ihtiyara kalınca, Hiç’lik egemenleşerek artık kendisinin dahi hiçleneceği Son’u bekler… Öyle olur ki, sade bugün veya yarının yokluğu değil, dünün de yokluğu biter ve Hiç tüm görkemiyle, her şeye yerleşir… İhtiyarlar bahçeden topladıkları bir-iki çalı çırpı ile tutuşturdukları mangalların evin en küçük ve rüzgâr tutmayan odasında yakar, kendilerinin varoldukları zamandan beri tanıdıkları ve bugünkü hiçliklerine duygusal bir katılım ile saygı duyan esnafın kapılarına kadar getirdikleri ve yazın ödenmek üzere veresiye defterlerine geçirdikleri yiyeceklerle geçinir, ve kendi içlerindeki bitmiş dünyada günlerini geçirirler.” (s. 11) Mahpeyker böyle bir zeminde yaşlanır, üstelik ayrı bir hiçliği vardır onun, yıllar boyunca koca konağın tek bir odasında yaşama takıntısına yol açan tek bir mesele. Aile tarihine bakalım önce, babası paşa büyükbabasının Kireçburnu’ndaki konağında doğar, Mektebi Sultaniye’ye devam eder iki yıl, ardından rahatsızlanır ve eve kapanır. Eşi Fikriye sessiz sedasız yaşayan bir kadındır, ailede olan bitene etkisi yoktur. Konak elden çıkınca Heybeliada’daki konağa taşınırlar, Mahpeyker’in en büyük biraderi Siverek’te jandarma mülâzım-ı sanîsi olarak görev yaptığından eve pek uğramaz, her yıl iki haftalığına gelir, emirler yağdırıp yok olur. Bir küçüğü Bülent en cana yakın insandır, Mahpeyker’in eğitimiyle ilgilenir, Büyükada’daki Fransız rahibelerin çalıştığı okula gitmesi için aileyi ikna eder. Kendisi de piyasadan kaybolacaktır bir süre sonra, Belçika’da hukuk okurken tanıştığı kızla evlenecek, bir daha geri dönmeyecektir. Jandarma da dönmeyecektir. Evi çekip çeviren Güllü ölecektir. Baba ölecektir. Anne de ölecektir. Herkes ölecektir ve geride Mahpeyker kalacaktır ama ölmeye daha kırk yılı vardır, kırk yıl boyunca çekeceği derdiyle yaşlanır, konak da kendisiyle birlikte yaşlanıp çökmeye yüz tutar. Nedir, Örik’in hikâyelerindeki arızalı karakterlerden biridir sanki Mahpeyker, okulun iyi bir öğrencisiyken kendisine kitap veren bir rahibe tutulur. İspanyol rahip hava değişimi için gelmiştir oraya, bakıcısı karda düşüp sakatlanınca iş Mahpeyker’e verilir, birlikte çok zaman geçirirler. O sırada Heybeliada’dan Büyükada’ya gidip gelir Mahpeyker, her gün o yolu çeker, sırf rahibi görebilmek için iş uydurmaya başlar. O ne, rahip Lamartine’in bir aşk romanını hediye ettiğinde aklı gider kızın, ne demektir öyle aşk romanı vermek, üstelik “Küçük, tatlı Mahpeyker’e” diye yazmıştır ilk sayfaya rahip! Kız fena olur, sinirlenir, düşlerinde erkeklerin bilmem ne garip hallerini görürken adama nasıl çıkışacağını planlar, o ne cürettir öyle, o ne günahtır, üstelik Müslüman bir kıza! Ne ki görüşemezler bir daha, bakıcı rahibe iyileşmiştir, üstelik hava da değişmiştir, rahip bir sabah ayrılır oradan. Aralarında iki saat var aşağı yukarı, Mahpeyker delirmiş gibi koşturur, vapura biner, Galata’daki İspanya Konsolosluğu’na gider, sonra Karaköy’e inip gemiyi yakalamaya çalışır ama başaramaz. Bütün bu kovalamaca sırasında İstanbul manzaralarıyla karşılaşırız, insanlar akıp gider hikâyeden, Dinçmen etrafı dört dörtlük verir anlatıda. Eh, delirmekten başka çaresi kalmaz Mahpeyker’in, kendini konağa kapatır ve kırk küsur yıl sonra ölene kadar bir başına yaşar. Sondaki numaraya gerek var mıydı bilmem, rüyalardaki bir olayı civardaki delilerden biri görür de inandıramaz çevresindekileri. Klişedir ama ilginçtir yine de, hoş bir son diyesiyim.
İkinci öykü “Hikdayet’in İşemesine Aya Yani Kızınca, Sarhoş Papaza İş Düşer”, süper isim. Öykü de iyi, “Niyandros”un yerine baktım önce ki anlayayım nerelerde ne işler dönüyor, balıkçılar nerelere sığınıyor fırtınalı havalarda, duvarlarına işeyip balıkları kaçırmalarına yol açan kutsal yerler nerede falan. Bu ada Büyükada’nın güneyinde küçücük bir yer, azizlerden bir azizin adını taşıyan kilisesi var ya da bu kilise yakınlardaki başka bir yerde, neyse, 1940’ların kötü harp yıllarında balıkçılar o adanın civarında sabahın körü balık tutuyorlar, o balıklarla dönüyor adanın ekonomisi, başka türlü açlık var. Kasap Zaharya çengeldeki koyunlarını satamıyor, Apostol’un bakkalında fareler cirit atıyor, duman olmuşlar. Fırtına varsa da İbrahim Reis’in tayfa sağlam, göze alıyorlar tehlikeyi, vira. Sabah vapuruna yetiştirebilirlerse balıkları, Yalova’dan gelen vapura da denk gelirlerse tamam, kurtulacaklar. İbrahim’in geçmişidir: “Barba Hristofi’nin bir oğlu okuyup baba mesleğine sırt çevirdikten, diğer oğlu da memleketin dışında şansını aramağa gittikten sonra da, İbrahim, Barba Hristofi’nin gözünde gerçek oğlu gibi olmuştu… Volileri, ağları, çaparileri, iğnelerin çeşidini, sirtiyi, kaşığı, balıkları ağa doğru sürmeyi, bulutları, rüzgârları, fırtınayı, civarınayı… denizi deniz yapan her şeyi, kendisinin tüm bildiklerini İbrahim’e öğretince de, yaşlı Barba Hristofi ‘elin para tutunca bana ödersin’ diyerek, ığrıp ile tüm takımlarını İbrahim’e aktarmıştı.” (s. 49) Açılırlar, sığınırlar, kilisenin yıkıntılarının sağladığı sığınak ve bekledikleri bol av için Hıristiyan tayfa Aya Yani’ye dua eder ama emekçilerden biri öyle azize duaya falan yüz vermez, emektir önemli olan, ortaya koyduğu candır. Gerçekte öyle olmaz ama, birinin kilise duvarına işemesiyle birlikte av boş geçer, sonraki seferler daha da boş geçer, en sonunda sarhoş rahipten medet umacaktır ada halkı. Rahibin hikâyesi matrak, adam buhurdanla, cüppeyle falan gitmeyi delilik olarak görür, Tanrı’nın o işlerle alakasının olmadığını düşünerek küfrü basar ama öyle böyle ikna edilir, yallah düşerler yola, ayin yapılır. Balıklar hücum eder sonra, keramet rahipte mi, buharda mı bilinmez de balıkçıların muhabbetine, adanın o dönemki renklerine doyum olmaz.
Diğer öyküler ülkede hukukun işleyişiyle ilgili biraz, labirentlerde kaybolmakla ilgili, bir de insanımızın kaypaklığıyla, töreler karşısında yarım aklını yitirmesiyle. Hoş öyküler, okunmalı.
Cevap yaz