Yaşar Nabi sabah dokuzda dükkânı açar, beş altı gibi kaparmış. Çalıştığı sırada başını masasının üzerindeki kâğıtlardan kaldırmamasının sebebi tek başına koca dergiyi nitelikli eserlerle doldurmak istemesi, çalışkanlığı öylesi ki askerlik yaparken postayla gelen yazıları gece vakti okur, düzeltir, tekrar postaya verip mutlaka çıkarırmış dergiyi. Savaş yıllarındaki sayıların çok da nitelikli olmadığını söylüyor, yine de tam zamanında çıkarabilmiş dergiyi ya, önemli olan bu. Derginin işlerini paylaşabileceği bir yardımcı aradığı oluyor, o zamanların ünlü bir editörünün -ismini vermiyor- astronomik bir maaş istemesiyle rafa kalkıyor bu mevzu, kısa süreli çalışanlar da işi beceremeyip gitmiş. Cevdet Kudret’e yazdığı mektuplardan birinde üniversiteli bir gençten, Tahsin’den bahsediyor, çeviri ve düzeltme işlerinde bu gencin çok yardımını görmüş. Ölümünden sonra bu genç, Tahsin Yücel 1954’te ofise gelen takım elbiseli adamlardan bahsediyor, Yaşar Nabi’ye milletvekilliğine ikna etmeye çalışmışlar ama sadece dergisiyle ilgilenmek istediğini söylemiş o, vekillikte gözü yokmuş. Müthiş bir irade gerçekten, kitapta görüşlerine yer verilen sanatçıların hepsi Yaşar Nabi’nin durmak nedir bilmeden çalıştıklarını söylüyorlar. Cumalı bahsediyor mesela, ofisinde bir başına çalışırken misafirini gülümseyerek karşılar, kısa bir sohbetten sonra tekrar işine dönermiş. Ünlü bir yazarımız yanındaki Amerikalı misafirleriyle birlikte ziyaret etmişler bir gün, hoşbeşten sonra Yaşar Nabi yine işine gömülünce kızmış biraz, Amerikalıları umursamamak? Misafirlerden özür diler gibi olunca hiç yadırgamadıklarını söylemiş adamlar, randevu alıp gelmedikleri için adamın çalışmasını bölmek doğru değilmiş zaten, onların ülkesinde de aynısı olurmuş. Gülümsüyor işte Yaşar Nabi, o sırada derdiniz neyse hemen söylemeniz lazım, başını bir daha ne zaman kaldıracağı belli değil. Cumalı bu huyunu iyi bildiğinden meramını hemen dile getirir, işini hallettikten sonra çok durmazmış. Buraya bir parantez lazım, Yaşar Nabi’nin en çok şikayet ettiği şeylerden biri dergisinde yer verdiği yazarların, şairlerin bir süre sonra semtinden bile geçmemeleri, geçseler de uğrayıp bir selam vermemeleri. Çok üzülüyor bu duruma, bir anlamda ünlü ettiklerinin vefasızlığından dert yanıyor da bu çalışma huyu itiyor olabilir ziyarete gelmek isteyenleri. Kahve veya çay ısmarladığı ziyaretçileri de var yazılanlara göre, onlarla meselesi nedir bilmiyoruz ama başında kalabalık istemiyor, ortak kanı.
Çok bahsedilen konulardan biri de emeğin -kendince- hakkını geciktirmeden vermesi. Öyle pek bir telif vermezmiş ama mutlaka verirmiş, elden veremezse postalarmış mutlaka. Hafızası çok kuvvetli, yolda gördüğü yazarlara bir ara uğrayıp telif ücretini almalarını söylüyor. Akmasa da damlıyor işte, dergiyi yürütecek kadarını bırakıp gerisini dağıtıyor zannediyorum, öyle pek bir malvarlığı yok. Bu durum bazı yazarları elinden kaçırmasına da sebep oluyor, örneğin Sait Faik’e verdiği telifin on katını teklif eden dergiyle yarışamıyor haliyle, kitaplarını bastığı büyük öykücüyü kaybediyor. Yine de Sait Faik’in diğer gelir kaynaklarıyla birlikte kıt kanaat geçinmesini sağladığı için takdir edilmeli, Cahit Sıtkı Tarancı maaşına gelen hacizlerle uğraşırken Yaşar Nabi’den para istediğinde yine yardım elini uzatıyor Yaşar Nabi, Orhan Kemal’in yazıdan kazandığı ilk parayı da Yaşar Nabi’den aldığını ekleyeyim. Bunun yanında dolaylı olarak kazandırmıştır da Yaşar Nabi, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın hoş bir anısından öğreniyoruz ki Tokat’ta bir dükkân sırf derginin ve yayınevinin kitaplarını satarak ayakta kalabiliyormuş 1950’lerde, başka hiçbir kitap satmasına gerek yok, raflar Varlık Yayınları‘nın rengârenk kitaplarıyla dolu. Çok ucuza satılan kitaplar bunlar, çevirilerinin nitelikleri hakkında fikrim yok ama o dönem için onca kitap basmak çok büyük iş. Hasan Âli Yücel’in başlattığı çeviri hareketini devam ettirdiğini söyleyebiliriz, kendisi de memur olarak çeviri vazifelerinde yer aldıktan sonra Atsız’ın katkılarıyla “komünist” olarak fişlenen ve görevinden uzaklaştırılan Yücel’le birlikte işini kaybediyor, Ankara’daki evini satıp İstanbul’a taşınıyor ve evin parasıyla yayınevini kuruyor. Sonrasını biliyoruz, dönemin en iyi çevirmenleriyle çalışıp Batı’nın ve az da olsa Doğu’nun büyük eserlerini basıyor. Panait Istrati’yi kendisi çevirip basıyor, çok seviyormuş Istrati’yi. Demirtaş Ceyhun’un Istrati’yi kıyasıya eleştirmesi tuhaf, topuzu kaçmış kantar gibi toplumculukla bireyciliği tartıyor Ceyhun, Istrati gibilerin toplumsal fayda sunmadığını söylüyor da sokağın insanlarını anlatmak, ekonomik problemleri hikâyeye yedirmek az iş mi? Daha da ilginci Sait Faik adına verilen ödülü de almıştır zamanında, metinleri kardeş iki yazardan birini eleştirip diğeri hakkında o dönemin tartışmalarına katılıp olumsuz bir şey söylememesi nedir? Neyse, devam, Mahmut Makal’ın olgunlaşmasını beklediği için başta şiirlerini pek basmıyor, Anadolu izlenimlerineyse bayılıyor ve dergide yer vermeye başlıyor, sonra Bizim Köy patlıyor ve Makal tutuklanıyor hemen. Dağ başına ölümde bile pek gelmeyen jandarmalar o gün köye üşüşmüşler, acı bir keyifle anlatıyor Makal. Kitabı çıktığında gelen tepkilerden bile habersizmiş, köyün yolu aylar boyunca kar altında kaldığı için edebiyat ortamını salladığını bilmiyor, sonrasında hapisler, yurt dışından ödül, edebi bir kanalın açılması. Talip Apaydın, Fakir Baykurt gibi yazarlar Makal’ın yolunu takip edecekler.
Varlık‘ta şiiri çıkanlar şair sayılırmış, Ülkü Tamer’le birlikte birkaç kişi daha söylüyor bunu. Antep’te ortaokul öğrencisi Tamer ayın ilk günlerinde dergiyi bekliyor, Arif Amca’sı postaneden gelirken gülüyorsa anlıyor ki dergi gelmiş. Günlük gazeteler bile iki gün gecikmeyle gelirken derginin zamanında gelmesi büyük olay, Yaşar Nabi dağıtım ağının işlemesiyle ilgili çok uğraşmıştır zannediyorum, başkalarının anılarında giden dergilerin geri dönmediğinden, satıştan gelecek paraların gönderilmediğinden bahseden çok. Lise bittikten sonra Onat Kutlar, Kemal Özer ve Adnan Özyalçıner’le a‘yı çıkaran Tamer matineden matineye koşuyor, Necatigil’in deyişiyle “Müzeyyen Senar’ı geçiyorlar” ama şiirden başka çeviriyle de uğraşmak istiyor Tamer, Memet Fuat’ın yanına gidiyor. İlginç bir şey söylüyor: “‘Bana bak, kötü yazıyorsun; ama okuyuşunla bayağı yutturuyorsun onları,’ dedi.” (s. 167) Sözü hemen değiştiriyor Tamer, çeviri yapmak istediğini söylüyor, sonra Fuat’ın vasıtasıyla Yaşar Nabi’nin yanına gidiyor. Mutlu Prens‘in çevirisini ve ardından gelecek yirmi kitabı Tamer’e emanet ediyor Yaşar Nabi, genç yazarı yüreklendiriyor, zamanı gelince Varlık Şiirleri Antolojisi‘ni hazırlatıyor. Böyle çok anı var, Yaşar Nabi dönemin büyük yazarlarına ve şairlerine kapıyı ilk açan insan. Çeviriler, şiirler, yazılar, sonra esas dergiden başka birkaç dergi daha, tam bir okul haline getiriyor Varlık‘ı. Sanırım şiire mal oluyor bu, Yedi Meşaleciler’in yedisinden biri olan Yaşar Nabi şiiri bıraktıktan sonra bir daha dönmüyor oraya, deneme ve fıkra yazmaya başlıyor. İlk kitabını yıllar sonra tekrar bastırdığında şiirleri nitelikten ötürü değil, tarihe not düşmek için bastırdığını söylüyor, başarılı olmadığı alanda kendini eleştiriyor.
Atatürkçülük konusunda ne kadar hassas olduğu yine ortak kanı, bu konuda yazdığı bir kitap bile var. Siyasi rüzgâr nereden eserse essin hiçbir yana dönmüyor Yaşar Nabi, dergisinde siyasetin uç örneklerine yer vermiyor, mesela sosyalist görüşlere yakın kurgu veya kurgu dışı metinler, bunun yanında dinî duyarlılıkla yazılmış metinler yok. “Güdümlü edebiyat” diyor bu tür içeriklere sahip eserlere, tercihinden ötürü zamanında çok yakın olduğu yazarlar tarafından dışlansa da bildiğinden şaşmıyor. Çelik gibi bir irade. Müthiş.
Daha da pek çok mevzu, ilginç olay var da KE Dergisi‘ne saklıyorum, orada yazacağım. Sahaflarda bulabilirsiniz bu kitabı, meraklısı kaçırmasın.
Cevap yaz