Bazı mektupların içeriğini Erdal Öz kendi açıklamış, bazıları açıklamaya muhtaç, mesela Ülkü Tamer bir mektubunda İlhan Berk’e saydırıyor, yazısının başlığını “Ey İlhan Berk, Ey Fil Hamdi, Ey Hırsızlık?” yapmak istediğini söylüyor. Mevzu: “Değişim’e bir yazı. Bu sayıda yayımlayacağını umarım. Benim için çok önemli bu. Yazıyı ağır, terbiyesizce bulma sakın. Çünkü ortada düpedüz bir hırsızlık, karşımda da edepsizin biri var. Hakkımı korumama fırsat verirsin sanıyorum.” (s. 394) Berk zaten sabıkalı, biraz araştırmayla anlayabiliyoruz meseleyi de dipnot düşülse mesela, böyle çok mektup var çünkü, mektubun yazarı da ayrıntıları vermiyor zaten bildikleri bir şeyden bahsettiği için. Bunun dışında şiir çevirileri göndermiş Tamer, mektuplarda kalmış, “herhalde yayımlanmadı” diyor Öz. Öyle miydi acaba o zamanlar, dergiler için yazılar, çeviriler gidiyordu da peşi bırakılıyor muydu, Tamer sormamış mıdır çevirilerinin akıbetini, ilginç. Belki o kadardır, kâğıda dökmek yeterlidir yani, gerisi zamanındır. Cansever mektuplarında aralara dizeler sıkıştırıyor, belki o mektubun payıdır, belki şiirlerine de almıştır, araştırmak kolay ama o sabır yok bende, ileride yayımlanırsa gün yüzü görür mektuplardan kaç şiir çıkar acaba. Dergi, yayınevi işleri için ne mektuplar, kişisel meseleler için daha da ne mektuplar, ne hikâyeler, mesela Cahit Külebi’nin ettiği ayıpları hiç bilmiyordum. Her zaman paraya ihtiyaç duyduğunu, yokluktan çok çektiğini söylüyor ama parayı görür görmez verdiği sözleri unutması, eh, Öz iyi bile sabretmiş zira üçüncü beşinci yamuktan sonra dahi şairinin kitaplarını basmayı düşünüyor yazdıklarına bakınca. “Şairi” diyorum, Külebi’nin dizeleri aklında çünkü, sevgi bağı olmasa ilk yamukta koparırdı bağı. Şimdi bazı mektuplar da tamamlıyor birbirini, Ülkü Tamer’in Kurum’a tavsiye ettiği yazarlar olduğunu biliyoruz, Ali Püsküllüoğlu’nun mektuplarında Tamer’in istifasının önlenmesi gerektiği, Kurum’u birilerine bırakmamak için birilerinin mutlaka alınması gerektiği var, Kemal Özer’le Fahri Erdinç’in mektuplaşmalarından Kurum’daki kutuplaşmanın ne ölçüde derinleştiğini anlıyoruz falan, TDK’nin siyasi çalkantılarla sarsıldığı yıllarda sol görüşlü yazarların ağırlığının artması için yapılanların parçalı tarihi. Külebi 1976’da TDK Genel Sekreteri oluyor, bir mektubu: “Geçen yönetim kurulunda başvuranlardan hiç kimse kabul edilmedi. Ataol Behramoğlu çok iyi oy aldı. Fakat tam oranı sağlayamadı. Üzüldük. Elbette her başvuranın alınmasına olanak yoktur. Fakat, özellikle sanatçıların alınmasını hepimiz isteriz. Kurultaydaki önerilerinizle bu işin tüzük yarkurulunda incelenmesine karar verildi. Arkadaşlar bir yazılı öneri kâğıdı asmışlardı. Ben de imzaladımdı. Ne var ki, bu öneride üçte iki oranı sağlayamadık. Bu durumun belli bir süre sonra yoluna girebileceğini umuyorum.” (s. 206) Bürokratik arka çıkmalar var, diğer yanda basım işleri, Öz bunca girift ilişkiyi nasıl yürütmüş, sinir harbinden nasıl kurtulmuş, ilginç. Gerçi basım işlerini de istediğince kotaramamış gibi görünüyor, örneğin yazarların metinleriyle ilgili hassasiyetlerini pek gözetemeyince işin hakkını veremediği düşüncesi mi yayılmıştır nedir, Ali Püsküllüoğlu ve Ülkü Tamer özellikle duruyorlar dizim üzerinde, hatta Püsküllüoğlu metin istediği gibi basılmazsa veya basılmayacaksa voltayı alacağını söylüyor açık açık, aralarında o samimiyet var. Bilge Karasu’nun mektupları doğrudan, en açık örnek, X’te paylaştım biraz, Karasu gibi bir yazarın espasa küspasa dikkat edeceği, hele noktalamalar konusunda hata kabul etmeyeceği malum, zaten uzun uzun izahatta da bulunuyor mektuplarında ama bakıyor ki arızalar var, üstelik tanıtım için hiçbir şey yapılmıyor, bir de Sait Faik Hikâye Armağanı almış kitabının arka kapağına bu bilgi düşülmeyince pes ediyor artık, son mektubunda başka bir yerden iyi bir teklif aldığını söyleyerek Öz’ü de kitap basmanın giderek zorlaştığı bir ortamda bu kararıyla rahatlatacağını belirtiyor, hani daha fazla kafa ütülemeyecek Karasu, karşılığında da tatsızlık çıkmasın, dostlukla ayırsınlar yollarını. Gece’den çıkmış Göçmüş Kediler Bahçesi, Karasu aslında Can için hazırlamış ama teklif gelince, reddedemeyeceği bir teklif, üstelik Ankaralı gençlerin metinlere özenle yaklaştıkları Gece en doğru adres. Öz’den özellikle rica etmiş Karasu, muhtemelen yaşamı boyunca son kez basılacağını düşündüğü metinlerinin en iyi hallerini görmek istiyor, tek isteği de yerine gelmeyince, neyse ki 1994’te Metis’ten çıktığını da görmüş. 20 yıl önce sahafta bulmuştum, Troya’da Ölüm Vardı‘nın Can baskısı var bende, merak ederdim gerisinin neden Can’dan çıkmadığını, gizem çözülmüştür.
Külebi diyorduk gerçi, de, Edip Cansever’in Onat Kutlar’ı sevmesi, Onat Kutlar’ın -en azından bir mektubunda- Edip Cansever’i sevmediğini söylemesi, Cansever’in sıkıntılarla, bunaltılarla ve şiirlerle dolu mektuplarında iyice çekilmez bir adam olduğunu, içkiye gömüldüğünü ve içinden ne geliyorsa onu söyleyip etrafındakileri kaçırdığını anlatması. Kitaplar hazırlanıyor, dergilerde şiirler çıkıyor, Cansever büyük çaresizliğiyle dolanıyor ortalıkta, masalara oturuyor, masalardan kalkıyor, “ol”la başlayan sözcükleri sevdiğini söylüyor ki olağanlıktır, şiirlerinde bolca geçirir kökle ekleri, olma sancısıdır kendininki. Tamam artık, Külebi, yeni kuşakça tanınmadığını, öyle aman aman da satmayacağını ama eskilerin ısrarla sorduğunu, hani en kötü romandan daha iyi satacağını söylüyor kitaplarının, basması için Öz’ü ikna etmeye çalışıyor diye düşünebiliriz, düşünmeyebiliriz çünkü Öz’ün soylu şairlerindendir Külebi, sadece biraz beklemesi lazımdır, istediği kadar hızlı ilerlememektedir işler. Cem’den çıkacak bu arada kitaplar, Öz o sırada Oğuz Akkan’ın yanında, Cem Yayınevi’nde çalışıyor, Can’ı kurması 1981. Külebi altmış bir yaşında, Öz kırk iki yaşında mektuplar gidip gelirken, parasızlık kaç yaşında bilmiyorum ama tekaüt maaşıyla bir yere kadar dayanabiliyor Külebi, dolayısıyla yayınevinden gelecek üçün beşin hesabını yapıyor. Bir de söz verdikleri halde basamamışlar kitabı uzun süre, Külebi isyan ediyor.
“Gelelim ‘yılan hikâyesi’ne. Cem Yayınevi, belli bir nitelikte, alıcıya sunulursa satılabilir şiir kitabı basmakta yeminli anlaşılan. Besbelli basarsa, hiç değilse yaz aylarına rastlasın ki, satılmasın düşüncesinde(!) İnan, kitaplarım reklamsız ve düşmanlı durumuna karşın sürekli aranıyor. Keşke Milliyet Yayınları’na verseymişim. Bana Ülkü teklifte bulunduğunda sizlere ricamı sunmuştum. ‘Güya’ sözleşmeyi de imzalamıştık (işe yarıyorsa). Bu nedenle istememiştim. Şimdi böyle düşünüyorum ya, o takdirde belki de orada da sorunlar çıkardı.
Şu işi bitirin. ‘Vazgeçtim’ demeye utanıyorum. Kaldı ki, yarısı dizilmiş, belki de basılmış kitabın baskısından dönmek olur mu?” (s. 221)
Bu çok, çok, çok hassas bir konu, insanın özüyle ilgili belki kaynak konu, dolayısıyla Külebi’nin biricik uğraşı için bunca dil dökmesini anlayabiliyorum çünkü saygı duyduğum büyük yazarların bu yüzden ağladıklarını dahi gördüm: ticari bir iştir ama sanatçının muhtemelen her şeyidir, bu sebeple verilen sözlerin tutulması gerekir. İki tarafın takvimleri, kaygıları bambaşka, uyuştukları ölçüde işler yolunda yürüyor ama burada acı var resmen, kırgınlık, kızgınlık var, Külebi’nin çekip gitmesi biraz anlaşılırlık kazanıyor. Şöyle, Adam Yayınları yeni kurulmuş, Memet Fuat’la Sami Karaören yerli yazarlar şairlerle görüşüyorlar, yayınevine katabildiklerini katıyorlar, Külebi de teklifi kabul ediyor. Açıklaması: “Bütün yaşamımda, bana çok şey söylemişlerdir. O sözler haksızdı. Ama bu olayda sen ne dersen haklısın. Bu işe, paraya gereksinmem olduğu, birçoklarının bağlanmasına başlangıçta heveslenmem ve rastlantılar neden oldu. Beni bağışla. Çok mahcubum. Sana sonsuz minnet ve sevgi duyuyorum. Gözlerinden öperim, aziz kardeşim.” (s. 245) Erdal Öz’ün düştüğü bilgi notu bence biraz acımasızca, bilemiyorum, okuyan yorumlasın artık. Daha da neler var, okurun elinden öper.
Ek: Karasu’nun ilk çevirilerinden biri, “Adnan” -Özyalçıner herhalde- çeviriyi beğenmemiş olacak, yardırıyor: “Nasıl olmuş da bu Yahudiyi beğenmişim, Türkçe bilir sanmışım, beş para etmezmiş oysa.” (s. 259) Aktaran Konur Ertop.
Cevap yaz