Sigizmund Krjijanovski’yle birlikte okuyunca ilginç sonuçlara varılabilir, ben doğrudan yazarın öykülerine odaklanacağım ama Bir Cesedin Otobiyografisi‘yle paralel, ardışık okunmasını tavsiye ederim. “İş Mi Bu ŞiBuMi” nam ilk öyküyle başlıyoruz, Dave Eggers’ın Çember‘indekiyle aynı atmosfer, benzer absürtlükler, klişe mesele yani. Hilmi Bey adlı fıçı göbekli, boyalı saçlı, andropoz bombası mülakat yapıyor, hoparlörden gelen yarım yamalak konuşmadan “ismesi” gerektiğini duyuyoruz adayın, Hilmi Bey ismesini söylüyor adamın, mülakat odasının ortasındaki yuvarlak masada. İşi aldığını düşünüyor adam, bekleyenlere hareketi çekti çekecek, kalabalık gürültülü şekilde inliyor. Mülakat odası mülakat salonuna dönüyor bu arada, olabilir. Patron gitmesini söylemiş meğer adamın, iki sayfa boyunca bu yanlışlık. İnlemeler haykırışlara, böğürmelere falan dönüyor, aşırılık, aşırılıklar. Neyse, anlatıcı sırada, Arif Bey. Evli değil, Hilmi Bey’in laubalilikten hoşlanmadığını kendinden önceki 186 kişinin görüşmelerinden anlamamış, yeni ayıyor. Satın alımcı olarak çalıştığı için önceki işinde, tamam, ismesi istenen adam yaka paça dışarı atılırken sessizce, korkuyla bekleyen kalabalığın yine sessizce, korkuyla beklediği söyleniyor, çift baskılar da tamam. Dipnotlarda anlatıcıların açıklamaları var, diğer öykülerde de bu teknik, meh. Saçma sapan mülakat sorularına cevaplar, işe alınıyor Arif, saatinin yerine işyerindeki görevlerin zamansallığına ayarlı özel bir saat takıyor, bunun malumatı için bir dünya açıklama. İşyerine özel dil, kısaltmalı, Friends‘te Joey’nin millete kafayı yedirdiğinden. Takma isimler, patronun dalkavuklarının abartılı hareketleri derken ilk görev, Arif kendini Afrika’nın göbeğinde buluyor, şirket için fabrika alacak. Mekânın sahibi yaşlı bir adam var, o kadar ucuza satmak istemiyor ama çocukları ikna ediyor belli ki, zaten satmasa iflas edip kaybedecek fabrikayı. Bu bir iş ve biri yapmak zorunda, Arif’ten vicdani kafa ayarları geliyor arada, işçilere maaşlarının yarıya düşeceğini söylemiyor zira linç edilir oracıkta. Neyse, vazifeyi tamamlayıp yallah geri. Üç yıl rüzgâr gibi geçiyor, yeni bir sözleşmeye imza atıp atmadığını bilmiyor Arif, atmış olabilir, sonuçta o dünyaya alışmış. Son görevi Ay’da, oradaki toprakların ticari işleriyle uğraşmak üzere fişeklenecek oralara. Sürpriz son değil, acayip bir son değil, öylesine bir son. Şirketin acayip dandik şarkısıyla. Öykülerin finalleri genellikle çok kötü, bir yerde kesmek için. Kısa öykülerin kısmî deneyselliği ilgi çekici hale getiriyor mevzuyu da uzunların aşırı uzunluğu evlere şenlik, yani şu ilk öykünün yarısı rahatlıkla çıkarılabilir zira yarının yeni bir gün olduğu, batan güneşin yarını müjdelediği falan o kadar lüzumsuz ki normalliğe veda eden Arif’in son normal düşünceleri diyeceğim, değil, zamanı bilmemizin önemi, hiç alakası yok, ilginç gibi görünen ama çok başarılı örneklerinin yanında sönük kalan konulardan başka dikkat çekici pek bir şey yok. Kısa öyküler kesinlikle daha başarılı, çağrışımların boşluğa düştüğü sözcük oyunu taklalarını dışarıda bırakınca, başarılı örneklerle yani, gayet okunası öyküler. “Ve Diyor Ki” mesela, çocukluktan kalma bir sesin, kalabalığın vücut bulmasıyla ilkokul duvarına çarpan anlatıcı birini görür, odur gördüğü, koşarak uzaklaştıkça içi dışından ayrı düşer de anlarız onu, bir çocuğu görmektedir, kendisini. Oyuna örnek, ne başarılı ne başarısız: “Dedim ki siz bana gülerseniz ben hiç bulamam kendimi ve fakat upuzun bir vazgeçiştir hayat. Sonra kahkahalar yapış yapış sıvanırken duvarlara başımı çevirince baktığım yerde gördüğüm yerde duyduğum her şeyde vardı bir o. O bir bendi.” (s. 37)
“Bir Ergenlik Dönemi Tragedyası” beni benden aldı, yetişkinlerin sıkıcı dünyasıyla yine tuhaf buluşların birleşiminden mürekkep öyküde anlatıcının çocukken maruz kaldığı işkence faslı var. “Size şimdi burada anlatacaklarım öyle pek gizli kapaklı kalması gereken kişisel şeyler değil. Bu metnin sonunda tuhaf bir aydınlanma, bir üçüncü göz durumu bekliyorsanız, vay halinize! Size yalnızca on bir yaşıma bastığımda yaşadıklarımın bir kısmını; zirzop, delidolu, kanı kaynayan bir gençken nasıl olup da şimdiki suspus, sinik, toplumsal tüm gerçeklere karşı vurdumduymaz kişiliğime büründüğümü anlatacağım.” (s. 39) Büyümenin türlü getirisi olacağını hayal etmiştir anlatıcı, sekiz yaşında yazdığı denemede -listede demeli belki- yetişkinlerin sıklıkla bulundukları yerler var: kanepe, banyo, mutfak, bilmem ne. Keşke alıntıdaki gibi uzayıp durmasa durum, açıklama bombardımanından uzak kalsak da hikâyenin akışı duyulsa bir, anlatıcılar o kadar anlatmasa. Şudur: anlatıcının babası Selçuk Duman bir sürü tuhaf kurumun müdürü falandır, RTÜK’ün saymanıdır mesela, Resmi Terbiye Üst Kurulu’nun. Aşırı kısaltacağım zira sıkıntıdan infilak etmek istemiyorum, baba yeni bir eğitim programı düzenler, çocukları hemen yetişkinliğe dehlemek için enfes bir program, eğitim bakanı projeyi destekleyince baba en az kendisi kadar sıkıcı arkadaşlarından eğitim vermelerini rica eder, anlatıcı denek olacaktır. Anne hemen babadan taraftır, eğitimler yetişkinlerin sıkıcılığını kaktırmaya çalışır çocuğa, sokakta oynamak yerine aptal eğitimlere katılan çocuk nihayet yetişkinleri taklit etmeyi akıl eder de hızla ilerlemeye başlar, sokakta oynayacak vakti vardır artık. Sınav günü gelir çatar, taklit işe yaramaz zira çizginin biraz dışına çıkılınca anlatıcı cortlar, B planını devreye sokarak saksıdan aldığı çamurları yetişkinlere fırlatmaya başlar. O da ne, yetişkinler de anlatıcı gibi saçmalamakta, delicesine eğlenmektedir. Son cümle: “O gün çocuklar gibi şendik!” Yahya Kemal bu metne niye girdi, onca afili kuruma ve eğitim teorisine falan gerek var mıydı, bu öyküyü de yarı yarıya kısaltmak can sıkıntımı dindirir miydi bilmiyorum, potansiyel taşıyan hikâyelerin edebî gevezelikle debelendiğini düşünüyorum. “Bir Velinin Güncesi” nam kısa öykü aynı tarifeden, safi çılgınsı buluş. “Very deli” bir velinin sayıklamaları. Okuyup hemen unuttum, şimdi bakınca hatırladım, yarın sabaha zerresi kalmaz. Ardından gelen “Kolormatik Tanrı”yı unutmam mesela, devingen anlatıcının uzamda gezintisi, renklerle biçimlenişi, duyguların renklere ilişimi, kısacıklığı kadar başarılı öykü. E şimdi bu var, bunun yanında bahsettiğim meh öyküler var, çoğuna ne lüzum var. Da demek istemiyorum ama sorun var.
“İnsanlık Hali” tam bir Beckett karakterinin başından geçebilecek olaysızlığıyla, anlatıcının Beckett fırlaması halleriyle müstesna bir öykü. Özetleyeyim, öznenin gördüğüyle nesnelerin gördüğü arasındaki eşdeğerlik sorgulanıyor, postanedeki Hatice’nin devekuşu olup olmadığı da sorgulanıyor zira anlatıcıya göre bazen devekuşu, bazen insan. Anlatıcı da kendince bazen, yukarıdan aşağıya: saç, baş boyun, sağ omuz, sol omuz, göğüs, sağ kol, sol kol, sağ el, sol el, kalça, sağ bacak, sol bacak, sağ diz, sol diz, sağ ayak, sol ayak. Dünyayı Wittgenstein’ın konuları dallandırmasıyla incelediği var, Freud ve Nietszche’den el alıp kurduğu bir dünya algısı, pardon, bu bir sonraki öyküde, burada sadece hiçliğe erişmeye çalışıyor. Pardon, Freud ve Nietzsche üç beş sonraki öyküde. Bu öyküde de, “Bir İsyanın Anatomisi” dış dünyanın algısıyla için algısı arasındaki ilişkinin formülizasyonunu oluşturup çığır açmış bir adamın devletçe kullanılması, makbul vatandaş üretiminde makbul bir çalışan olmaya çalışması, en sonunda halkın ayaklanıp camı çerçeveyi indirmesi falan. Düşünülmüş de incelikle kurulmuş ama nörolojik hiçbir katkı yok formülde, adamımız Edip Güneysu müstesna bir bilim insanı olarak beynin cızt bıztını hiç görmemiş mi neyse.
Benzerine hiç rastlamayan için iyi öykülerdir, kendi çapında da iyi öyküler ama çap küçük. Daha büyüğü, daha iyi doldurulmuşu var, farklı türlerde üstelik. Bilemedim, ben yeniyi aradığım için çok eski, yaşlı geldi bu öyküler. Üniversitede okusaydım etkilerdi. Cem Akaş’ı üniversitede okudum, kafamda havai fişekler patladı, şimdi okusam o kadar etkilemez. Mesela.
Cevap yaz