Tanizaki tatlı tatlı huysuzluk yapıyor, bir yanda da Japon kültürünün köküne kibrit suyu döküldüğü için serzenişte bulunuyor. Japon stili bir ev inşa ettirmeye kalktığından bahsediyor ilkin, bu işin ne kadar zor olduğunu anlatıp çay üstatları için işlerin çok daha kolay olduğunu söylüyor, onlara sazdan bir kulübe yetiyor çünkü. Kakuzō’nun Çay Kitabı‘nda geniş geniş değindiği mevzu bu, ne Doğu ne Batı mimarisine uyan çay odaları evin içinde, evden bağımsız bir yapı. Aileyle yaşanacak bir ev bu rahatlığı taşıyamaz, aydınlatmanın, ısıtmanın düzgün bir şekilde inşa edilmesi lazım. Yaz sıcaklarında elektrik fanları şart ama Tanizaki istemiyor bu aletleri, Çin lokantası sahibi olan arkadaşının fan taktırmamak için girdiği mücadelede yenildiğini söyleyerek teknolojiye uyum sağlaması gerektiğini kabulleniyor. Sentez gibi bir şey lazım, Batılı ev sistemlerini Japon evine uyarlamak gerekiyor ama ucube bir şey çıkıyor ortaya, evin içi kağıtla kaplıyken dışının camdan ibaret olması tiksinti uyandırıyor. Çift cam kullanıyor Tanizaki, maliyet artıyor bu sefer. Plansızlığının cezasını çekiyor aslında ama sorun daha derin, kültürel uyuşmazlık toplumsaldan mimariye indirgeniyor burada, hoş bir sembol. Hem çay demleyecek hem de odayı ısıtacak bir mangal için dünya para veriyor yazar, bir yandan da söylenmeye devam ediyor. Tuvalet mesela, Soseki’ye göre sabah tuvalet sefaları büyük bir zevk, muhtemelen Japonların çoğu için böyle, tabii o çağın insanı için. Tuvalette böceklerin cırıltısı, suyun şırıltısı, yaprakların hışırtısı huzur verici. “O müthiş ilhamlar seneler boyu Haiku şairlerinin aklına buralarda gelmiş olmalı.” (s. 12) Tabii üşünecek, gece vakti korkulacak ama “zarafet soğuktur”, hatta öyle ki Batılı tarzda bir otelin tuvaletinin buğulu ısısını hoş bulmuyor Tanizaki, devinim kapalı alanlarda durduğu için. Kağıttan duvarların Zence yorumunu öğrenmek isterdim, nedir Zence? Ehe. Hava rahatlıkla girip çıkar, doğal ışık kolaylıkla yansır, camın sağlıksız, yapay yansıtması yerine beyaz veya açık renk kağıtlar ışıkla çok güzel oynar, altın süslemeler doğal bir parıltı yaratır, yaşam içeride akmaya devam eder, böyle bir şey olsa gerek. Tanizaki’nin Batılıları eleştirdiği bir nokta bu altın sevdası. Çinliler zümrüt yeşili taşları seviyor ve hemen her yerde kullanıyor, bu tür taşlar ve ahşap malzeme zaman geçtikçe eskiyor, ahşabın damarları belirginleşiyor, taşların ve diğer malzemelerin pası yapaylığı doğal(l)aştırıyor, yeşertiyor. Altının ve bir tür gümüşün işlevi de aynı, doğallığı yansıtmak. Meta olarak kullanılmak değil. Bunu Batılıların anlayabileceğini sanmıyor Tanizaki, metnin adından anlaşılabileceği üzere bu meseleyi ışık üzerinden ele alıyor. Batılılar lambalarıyla, elektrikle geldiler ve her yeri ışığa boğdular, tarihi yapıları göğe uzanan yüksek kulelerin egemenliği altında, ışıklar altında hiçbir gizem yok, her şey açık, gölgenin doğurduğu hayal gücü Batılı anlayışta yer bulamıyor kendine. Kirli ve temiz arasındaki fark da bu konuda anılabilir, Kakuzō’nun düzenli dağınıklık anlayışını Tanizaki biraz daha kire doğru çekiyor. “Japon bir atmosfer” yaratmak için tuvaletine fayans döşetirken beyazı tercih etmiyor, farklı renkler deniyor, en sonunda klozet ve pisuvar problemini de çözünce tuvalet bahsi de kapanıyor.
Bilimin Doğu’da geliştiğini hayal ediyor Tanizaki, o zaman atomlara, elektriğe ve benzeri icatlara/buluşlara daha farklı bir gözle bakabilirlerdi. Kağıtları bile farklı olurdu, hışır hışır Batı kağıdına yazmak yerine beyazı daha güzel, dokusu daha tatlı olan kendi kağıtlarına yazarlardı. Kalemden çıkıyor bütün bunlar, Tanizaki elindeki kaleme bakarak her şeyin daha farklı olabileceğini düşünerek kendini avutuyor ama kitabın sonunda Thomas J. Harper’ın yazdığı bölüme bakarsak ilginç bir hikâyeyle karşılaşıyoruz, Tanizaki’nin bu metnini okuyan bir mimar yine bir ev yaptırmak isteyen yazarın tam olarak nasıl bir şey istediğini bildiğini söylemiş, Tanizaki’yse öyle bir evde asla yaşayamayacağını söylemiş. Gramofon, radyo gibi icatlar Batılıların ürünü, Batı kültürünü yansıtıyorlar, başka kültürlerin bunları dönüştürerek kullanmaları mümkünse de kültürel aşınmaya yol açmaları da çok mümkün ki Onat Kutlar bizde Hollywood sinemasının deli gibi yayılmasından şikayet ediyordu mesela, küresel bir kültür hegemonyasına karşı her toplum aynı sıkıntıları yaşıyor, diğer yandan istediğimiz şarkıyı istediğimiz zaman dinleyebilmemiz iyi bir şey gibi görünüyor, ulaşabilirliğin götürüsünü düşününce getiri bir tık daha yukarıda sanki. Tabii No Tiyatrosu konusunda Tanizaki’nin sözlerine de hak vermek gerek, sahneyi ışığa boğunca o bembeyaz yüzlere gölgeler düşmüyor, oyunun uyandırdığı estetik haz çirkinleşiyor. Oyuncuların yüz çizgileri seçilebiliyormuş ışıklar altında, istenen bir şey değil bu. Ten rengine kadar gidiyor olay, Tanizaki Japonların biraz koyu bir beyaz renge sahip olduğunu söylerken Batılıların bembeyazlığını tutmuyor pek. Sanki eşyaların eskimelerindeki etkiler tende de görülebiliyor, bu yüzden nikel ve benzeri maddelerden yapılan nesneleri de sevmiyor yazar, bunların sürekli parlatılmaları ve temizlenmeleri lazım, Tao’nun kusursuzluğa yolculuk konsepti Batılıların ürünlerinde yok. Kirin ışıltısına “zamanın pırıltısı” diyor Tanizaki, Çincede ve Japoncada bu pırıltıyı anlatan tonla sözcük var, yemek pişirmekten tuvalet ihtiyacına kadar pek çok eylemle bütünleşmiş bu sözcükler, hatta bu pırıltıyı evlere bile sokmuşlar, iklim şartlarıyla yaşam pratikleri bir araya gelince rüzgârı ve yağmuru kesmek için derinlemesine çatılar yapmışlar. Evlerdeki bazı alanlar bilerek boş bırakılmış, gölgeye özel alanlar bırakılmış. Işık bir anlamda yerleşiklile ilintili bir şey, Doğulular çalıları istifleyince kulübe yapıyorlar, çalıları ayırdıklarında tarlaya dönüştürüyorlar, yer değişimi geleneğine uygun bir aydınlatmanın önemi anlaşılıyor. “Bizim düşünme şeklimiz budur —güzelliği şeyin kendisinde değil ama gölgelerin desenlerinde, ışık ve karanlıkta, birinin diğeri üzerinde yarattığında buluruz.” (s. 53) Doğu’nun hayaleti bile değişik, Japonlarda hayaletlerin ayakları gözükmüyor, Batılılarda ayak var ama şeffaf. Parlak bir de, hayaletler parlıyor ama Doğu’da silikler. Bütün bunların dışında toplumsal sorunlar da var, gölge-aydınlık bahsinin makro ölçekte mücadelesi: gençler yaşlılara saygı duymuyor eskisi gibi, bir de Avrupa’daki gibi metrolar yapılacakmış o sıralar, yaşlılar rahatsız. İlerlemenin olumlu yanlarına rağmen her şey yaşlılığa duyulan saygıyı çürütüyor gibi geliyor Tanizaki’ye, bu metni yaşlılık yıllarında yazdığı için anlaşılabilir bir şey. En azından edebiyatı kurtarmak istediğini söyleyerek bitiriyor, gölgeler edebiyatın üzerine vurmaya devam etmeli. Gereksiz süslemeler, söz oyunları edebiyattan atılmalı, çok parlak metinler rahatsızlıktan başka bir şey vermiyor. Son cümlesi şu, edebiyat bağlamında: “Nasıl olurdu acaba, ışıkları söndürüp onlar olmadan etrafın neye benzediğini görmek…” (s. 73)
Harper’ın değindiği bir mesele ilgimi çekti bir de, kültürün biçimlendirdiği düşünme edimiyle doğrudan ilgili. Tanizaki’nin dağınık bir üsluba sahip olduğuna dair görüşler varsa da bunun başka bir kültüre ait olan edebi bir türün yapısıyla ilgisi var. Deneme türü Batılı anlamda belli, Doğu’nun denemeleri Tanizaki’nin üslubuyla böyle oluyor, akışkan ve farklı konulara sızıp meseleleri birbirine bağlayan bir biçim. “Fırçayı takip etmek” denirmiş bu stile, yazı sanatçılarının esrime hallerine filmlerde denk gelinmişse bilinir. Harper bunu “bilinç akışı” olarak görüyor, Batı merkezli bir bakışla Japonların bilinç akışını yüzyıllar önce bulduğunu söylüyor. Batılılar fırçayı takip etmeyi öğrenmişlerdir belki, nereden bakıldığına bağlı.
İyi metin.
Cevap yaz