“Bizim aşkla, kadında ya da erkekte aradığımız huzur değil demek ki; bir tür ceza, bir avunma, bir arınma; en ince taraklardan geçme dürtüsü, hamurumuzun mayası; acı verdikçe sevdiğini, acı çektikçe sevildiğini sanması insanın, dalından düşüp yarılma… Buna benzer bir şey işte, her neyse…” (s. 84) Noktalı virgül teröründen fırsat kalınca gördüğümüz tavır bütün öykülerde bariz, aşkı genişlete genişlete yırtma pahasına bir inceleme, şerh, tahlil, şelale gibi foşturan duyguların benzetimleri, acı çeken insanların dertleri ki mutlulukları bile acıdır, öylesi bir keder yoğunluğu vardır Su’nun öykülerinde. Kavuşmuşlar mı, ayrılmaya değil de ayrışmaya meyilli karakterler cinsiyet kalıpları üzerinden işe girişirler, “Sen Gelmezsen Güvercinler Küser”in bu bakımdan rahatsız ediciliği arşta. Gerçi öykü dedim, bu metin öykünün asgari gereğini karşılamadığı için bir tür düşün yazısı olarak da görülebilir. Diğer öyküler gerçekten öykü. Bakalım: Hastanede tedavi gören anlatıcı için eşi bütün dünyasıdır, yalnız kaldığı zaman hastaların ölgün ayak seslerini, öksürüklerini, aksırıklarını, şıpırtılı terlik seslerini duyar bir, gönlüyse tam bir sessizliğe boğulur. Hiçbir şeyi eksik değildir, eşi her şeyi düşünür, evi derleyip toparladığı gibi hastane odasını da çiçek bahçesine çevirmeyi bilmiştir. Tertemiz çamaşırlar, bir dünya meyve, maden suyunu şu zaman, ballı sütü bu zaman içmeye dair tembih, ilaç kokusunu bastırsın diye kolonya, her şey tam. Kazanılan bir meydan savaşının ganimetidir kadın, anlatıcı “kadına karşı zafer kazandığını” dile getirir. “Bu zafere ulaşan sürecin bütün merhaleleri; cesaretim, korkum, geri çekilmelerim, hamlelerim, ateş altındaki mevziimde çakılıp kalışlarım, kavgalarımız, didişmelerimiz, acı tatlı günlerimiz ve yedi iklim dört bucak, bütün kıtalarda birbirimizi fethedişimiz, hasretimiz ve vuslatımız… Hepsi, hepsi bir bir bu anıta kazınmış durumda.” (s. 74) Savaş referansları birkaç yerde daha karşımıza çıkıyor, fethin işteşliği tek yerde ki fetih nedir. Kadın bir şehirdir, kuşatılır, elde edilir, sonuç aşk olur, sürecin merkezinde kendini gören erkeğin mazur görülmesi için “kadınlığın doğası”ndan kendine bir hak çıkarması gerekir. Kadın bütün bunların sonucunda şımarmaz, erkeğin kalbine abanmaz, şikâyet etmez, erkeğin şikâyet etmesine yol açmaz ve en önemlisi erkeğin gönlündeki yeriyle “yetinir”. Ama iktidar hırsı gibi bir şey değildir erkeğin kadında gördüğü, aşkta eşitlenmedir? “Kadınlara ait o büyük tutku” iş başındadır, daha ilk günlerden erkeği kuşatır. Kadın bir gün olsun ziyarete gelmezse camlara vuran güvercinler küser, yalnızlık sancısı yüzünden kafayı yiyen erkek iyice huzursuzlanıp ilişkiyi yine kendinden doğurarak birbirlerinde tatlı oklarla açtıkları yaraların kangrene dönüşeceğini, yaşatıcılığını yitireceğini söyler. “İşte beni bu taşların arasına sürükleyen de, burada önüme düşüp, elimden tutup kılâvuzum olan da sendin. Her zaman tüyleri kabaran biz oluruz ama önden giden yine sizsinizdir. Varsın olsun. Sanki erkeğin yolundaki tuzaklar hep yenilgiyi sağlar bize. Zayıflıkla işaretlenen siz, yenilen biz oluruz. Önce uyanır, sonra da uyuruz.” (s. 90) Biçilen payelerin verdiği rahatsızlık yüzünden noktayı koyuyor, Su’nun anlatım becerisini öykülerine bırakıyorum.
“Beri Dön Güzel de Yüzünü Göreyim” tahkiyenin önde olduğu, kasabaların sıcak ve vıcık ortamını yansıtan, cemaatin nur dolu eylemlerle iştigal ettiği hoş bir öyküdür, o necip ortamın bir parçası olmak isteyen insan can sıkıntısından kafasına sıkmamak için elde ne varsa değerlendirir, bu sayede tırt kişilerin hikâyelerini yüceltir falan. Abarttım. Aşırı yerelleştirilmiş, taşra huzuruna bürünmüş, şadırvanı çeşmesi eksik olmayan bir öykü. Anlatıcıya göre Ali amcanın sohbetine doyum olmuyor, adamın ağzından bal akıyor konuşurken. Öyle bir konuşuyor ki başkasında esamisi okunmaz, anlattıkları reçel olur, bal olur, pekmez olur ve tahin olur. Sözlü kültür yeterince fişeklenmedi, anlatı boyunca sürüyor bu amcanın muhabbetinin süperliği. “Tahta sandalyesine oturmuş, sırtını duvara dayamışsa çayı, Gelincik sigarası ve muhtar çakmağı da önünde olurdu her zaman. Bu görüntü onun için kahveye tezgâhı kurmak demekti. Çayı içilir, sözü dinlenir birisiydi. Yaşdaşlarından çoık kendisinden hemen hemen yirmi yaş küçük olan bizlerle oturup kalkmayı ve konuşmayı severdi.” (s. 11) Metin Kaçan’ın faça abilerinin yanında düşünüyorum Ali’yi, sırıtıyorum. Anlatıcı biraz saftirik, adamın neden yaşıtlarıyla takılmadığını hiç düşünmeden muhabbete daldığı için güzellikten başka bir şey görmüyor gözü. Arkadaşlarıyla sigara içmiyorlar Ali’nin önünde, yine de adamın uzattığı sigarayı anlatıyor, üfürdüğü dumanın bulutlara misilleme olduğunu söylüyor falan, Ali öylesi anlatılacak bir adam yani. Ezan okunduğu zaman topluyor tayfayı, yallah camiye, “nefis itinin ardından yetişen olmadığı için o güne kadar”. Vecize üfürme desen var, şekli kıyak Ali’nin, e, ne yapmış? Kırdığı ceviz kırkı geçmiş, anlatıcının üslubu bir anda değişiyor, “Ali amca” oluyor bize “Ali”. Nurhanım yengeyi yarı yolda bırakmış, Kadillak Selda’yı da kaçırmış en sonunda, kalmış bir başına. İrfana güzel bir örnek aslında, anlatıcının dediğine göre kadının en ufak bir falsosu yok ama hemen “Kadillak” diye lakap takmışlar üstüne başına özen gösterdiği, daha da ötesinde güzel bir kadın olduğu için. Ali hovarda bir adam, yolda gördüğü kadının peşine takılıp gül cemâlini görmek için yol kesebilir, yüreğinin götürdüğü yere uzar, oradan döndüğünde kimseyi bulamaz. Kitap gibi konuşur, yürüyen kitap diyebiliriz, “Abi neden normal insan gibi konuşmuyorsun?” diye sorabiliriz. “Gençliğimden beri, her yıl bu mevsimde başım dönecek diye korkarım zaten. Hâlâ da korkarım. Bahar güneşi ısıtmaya başlamıştı. Neredeyse öğle olmak üzereydi. Bir iki işim vardı yapılacak. Üzerimde bir taşkınlık vardı. Anahtarı avucumda hissettim, açıp baktım, avucum terlemişti.” (s. 27) Babasıyla kavgalıdır, anasıyla küsüktür, bir başına efsanedir Ali, gençlerin sevgilisi.
“Yiğidim ya Ona Gücüm Yetmiyor” aşkın metafiziğiyle pörtlemiş bir sevda öyküsü, adeta kıvranış koleksiyonu, azap albümü. Anlatıcı edebiyat öğrencisi bu kez, sanki Ali’nin yanından ayrılıp okumaya gelmiş, öylesi bir ses benzerliği. Aşk her şeyi aynılaştırıyor mu acaba, derinliğin tezahürleri mi değişiyor bir, neyse artık. Hasan var, anlatıcının talebe arkadaşı, sekiz yıldır okulu bitirmeye çalışmıyor çünkü âşık olmuş, aşkı öylesiyle böylesiyle dolu dolu yaşıyor. Acıyı daha çok, yoksa obje çoktan gitmiş, yerine fotoğrafı gelmiş, hayatı kaymış adamın. Ders çalışmıyor, annesi gelip evi toparlamasa, yemek yapmasa çöp evde yaşayacak, batış fena. “Düşüncelerini anlamaya çalışarak kovalar dururdum. Keşke bunları yazsa ya da izin verse de ben yazsam dediğim, kadına, erkeğe, aşka ve ayrılığa… ilişkin ne denli derin sözler dinlediğimi düşünür, kendimi şanslı kabul eder ve arkadaşlarımın alaycı bakışlarını umursamazdım bile.” (s. 34) Şiirlerden çıkamaz Hasan, aşkı nerede bulduysa oraya yoğunlaşır, kitapların dışında bir yaşam yoktur. Anlatıcı kafasında hikâyeler kurar, Hasan’ın nasıl o hale geldiğini kendi tutku anlayışından biçer, yüce bir şahitliktir onunki. “Evde olduğumuz zaman, onun böyle için için üğünüşünü, koyula koyula akışını, davranışlarının biteviyeliğini, artık kendi hâllerimmiş gibi alıştığım için pek yadırgamaz, hatta sıkılmazdım. Okul kantininde, kahvede ve pastanede ise bir süre oturduktan sonra herkesin gözünün bizim üzerimizde olduğunu sanır tedirgin olurdum.” (s. 44) Patolojik bir durum, aşk adamı böyle yapar anlatıcıya göre.
Duygu teşhirinden başka biraz nitelikli anlatım, öykülerin özeti.
Cevap yaz