Tanpınar’a odaklanan denemeler Yavuz’un zincir denemelerine hoş bir örnek, kitaptaki diğer zincirleri de ele almadan önce Yavuz’un halkaları nasıl taktığına bakalım. “Tanpınar ve Heidegger” kuramsal altyapının belirtilmesiyle başlıyor, Eco’nun Yorum ve Aşırı Yorum‘unda kerteriz belirlediği Geoffrey Hartmann’ın çözümlemelerinde görülüyor ki -Hartmann da Aziz Augustinus’a gönderme yapar, yani birilerinin birilerinden aldığı şeyler uç uca eklenir de basamaklar belirler metne yaklaşımı- bir metnin bir bölümüne dair bir yorum metnin başka bir bölümünce doğrulanırsa kabul edilebilir. Eco biraz daha genişletir alanı, başka bir bölümde ilk yorumu dışlayacak veri yoksa ilk yorum kabul edilebilir. Buradan şiire ve Tanpınar’ın Âkif Paşa’ya dair bir yorumuna ulaşacağız, özetle “Adem Kasidesi”ndeki “diltengi-i hesti” (yaşama azabı) kalıbı Allah’a, Peygamber’e sığınmak yerine yokluk konseptine sığındığını gösterir şairin, hani Heidegger’in “hiçlik” kavramı öncelenmiştir Tanpınar’a göre. Yavuz böyle bir felsefi bağlamın şiirde var olduğundan kuşkuludur, Tanpınar’ın Âkif Paşa’da bir Heidegger okuması yaptığını söyler, özellikle Tanpınar’ın alıntıladığı dizelerle birlikte şairin “halis Müslüman akidesine” döndüğünü iddia etmesi başta verilen yorum ölçütüne göre Heidegger bağlantısını geçersiz kılar. Yavuz kendi örneğini ortaya koyarak felsefi okumaların Divan şiiri kapsamında mümkün olduğunu belirtir, kendi tutarlı yorumlarını Neşatî’yle İbn Sinâ’yı tokuşturarak, Descartes’tan da el alarak yapar. İkinci mevzu şiirin felsefeyle kurduğu ilişkinin “Tanpınar ve Bergson”da somutlanmasıdır, Yavuz filozofun kavramlarıyla şairin dizelerini el ele tutuşturur. Freud’dan etkilendiği gibi Bergson’un felsefesinin de etkisinde kalmıştır Tanpınar, kendisi de belirtir bunu, “Antalyalı Genç Kıza Mektup”ta “şiir ve sanat anlayışında Bergson’un Zaman telakkisinin mühim bir yeri olduğunu” belirtir. Dört şiiri ele alıyor Yavuz, metinlerarasılık bağlamını oluşturan dizelerde Bergson’un Durée kavramının izini sürüyor. Zamanın içinde veya büsbütün dışında, yekpare ve geniş bir ânın falan filan, bilinen dörtlüğü kavramla doğrudan bağlantılı, Ziya Somar’ın Bergson’dan çevirdiği bölüme göre mekândan azade, Ben’in geçmişle geleceği ayırmadan deneyimlediği bütüncül bir zaman dilimidir Durée, doğrudan şiire sirayet etmiştir. Aynı pınardan üst üste kimsenin içemeyeceği iki dizede söz konusudur, Herakleitos’a varabilir ama Descartes’çı anlamda rex extensa (yer kaplayan şey) değil de düşünen şey (res cogitans) vardır bu dizelerde, Bergson’un psikolojik halin değişimden başka bir şey olmadığı fikri esas. “Bursa’da Zaman” nam şiirde dışsal zamanla Durée‘yi uyumlama çabası var, “Bir Gül Bu Karanlıklarda”da ise intervalle kavramının -aralık, şeylerin değişiminin görülebileceği çatlak- zamana kondurulması. Şiirlerin ötesinde kişisel ilişkilerin sanatı ve düşünüyü nasıl etkilediğini de merak ediyor Yavuz, bence denemelerinin en ilginçlerinden biri Tanpınar’la Ülgener’in ilişkilenme biçimini irdelediği deneme. Samim Kocagöz’ün hocası Tanpınar’la ilgili bir anısını anlattığı yazısında bitirme sınavlarında Tanpınar’ın sorduğu soru var: Ruhi Bağdadi’nin “Terkib-i Bend”i ile Ziya Paşa’nın “Terkib-i Bend”i arasındaki muhteva farkı? Ülgener bu sorunun sorulduğu tarihten 45 yıl sonra, 1983’te yayımlanan Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler‘inde iki şiiri ele alarak merkez-bürokrat ve taşranın eşraf, ayan ve mezheb karışımı feodal yapı özelliklerini inceliyor. Karşılaştırma hakkında konuşmuş olabilirler mi, Ahmet Güner Sayar’ın Ülgener’le ilgili metninde verdiği bilgilere göre evet: Ülgener’in Fenerbahçe’deki evine gelirmiş Tanpınar, zihniyet meselelerine dair sohbet ederlermiş. Ülgener’in Tanpınar üzerindeki etkilerini de görebiliyoruz Sayar’a göre, özellikle Saatleri Ayarlama Enstitüsü‘nde Ülgener’in İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri nam metninin etkisi “saat” kavramı üzerinden okunabiliyormuş. İlgilisi için iyi bilgi. Yavuz’un serzenişi geliyor sonra, Huzur‘daki etkilenimleri Sayar’la mektuplaşmalarında konuşmuşlar da metninde yer vermemiş Sayar, Yavuz sitem ediyor.
“Tarih ve Şiir”den itibaren Nâzım Hikmet zinciri başlıyor ama önce iki türün tarihsel gelişimine bakalım, Yavuz bu şahane denemesinde pek çok kaynaktan faydalanmış da özü vermekle yetineceğim: Homeros’ta epik şiirle Tarih’in iç içe geçtiğini görüyoruz, hatta şiirin Tarih’e dönüşmesini. Tarih, Mitos, Felsefe, her şey şiirsel söylemin içinden inşa edildiği için başlangıçta Troya Savaşı’na ilişkin tarihsel bir metin olduğu düşünülür İlyada‘nın, ne ki George Grote on iki ciltlik kallavi metninde savaşın “ilginç bir masal” olduğunu öne sürmesiyle rüzgârı tersine döndürmüş 1850’lerde, yirmi yıl sonraysa Schliemann’ın Hisarlık’taki arkeolojik kazılarında buldukları durumu tepetaklak etmiş. Haliyle Tarih ve yazınsal yapıt arasındaki ilişki defalarca irdelenmiş, edebî metnin değerlendirilmesinde tarihsel sapmaların bir öneminin olmadığına dair fikirler ortaya atılmış ama epik şiir Tarih’e göndermeler yaptığı hatta doğrudan Tarih üzerinde yükseldiği için mesele tartışma konusu olagelmiş. “Görülüyor: Şiirde de romanda olduğu gibi tarihsel gerçekliklere uygunluk, bir sorunsala dönüşebiliyor. Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı‘sının ‘tarihsel gerçeklikleri tahrif ettiği’ gerekçesiyle ağır eleştirilere uğradığı; romandan yapılan filmin yasaklandığı, herhalde, anımsanıyor olmalıdır.” (s. 53) Bu temelden yola çıkarak Nâzım Hikmet’in Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı‘nı inceliyor Yavuz, Hikmet’in edindiği bilgilerin Bizans tarihçisi Dukas’ın metinlerinden edinildiğini söylüyor. Bedreddin’in eski kethüdası Börklüce’ye atfedilen iştirakçilik, ilkel komünizm bir Dukas’ın metinlerinde varmış, o dönem tarihçilerinin hiçbiri tarafından öne sürülmemiş, diğer yandan Bedreddin’in Varidat nam metninde öne sürdüğü, Hikmet’in şiirinde yorumladığı fikirleri İslam Fıkıh geleneği bağlamında irdelemeden kavrayamayacağımızı söylüyor Yavuz, başka bir anlam alanını aydınlatarak şairin şiirini yorumlama üzerinden kurduğunu belirtiyor da metnin doğrulanması veya yanlışlanması mümkün değil zira şiir bir tarihî metin değil. İlyada‘da Tarih’le şiir söylemsel olarak ayrılmadığı için metnin hem Tarih hem şiir olarak okunması mümkün, aralarındaki fark bu. Tahir’in romanı roman, Hikmet’in şiiri şiir, tarihsel içeriği olsa da modern formların gösterdiği gibi tarih metni olarak değerlendirilemezler. Son olarak “Nâzım: Aşma ve Avangard”ı özetleyeyim, modern Türk şiirinde şiirini hiç değiştirmeyenlerle sürekli değiştirenleri tespit eder Yavuz, ilk grubun başını Dağlarca çeker, ikincisinde Hikmet öne çıkar. “Aşma”nın hangi ögeleri kapsadığına bakınca, öncelikle ideolojinin süreğenliğini Hikmet’in Tahir’e yazdığı mektuplarda bulabiliyoruz, diyalektik materyalizmin muharriri olmak isteyenler için tekrara düşme korkusunun söz konusu olmayacağını söylüyor Hikmet, Ahmet Haşim’in bahsettiği korkuyu ideolojik konumundan ötürü hissetmiyor. Formu aşacak o zaman, putları yıkmak bu yönde atılmış bir adım, sonra kendi şiirine de dönecek Hikmet. Yavuz’a göre 1922’den 1936’ya kadar Gelenek’i reddederek makinalaşmayı, açların gözbebeklerini yazacak, ardından Gelenek’e dönerek modernist tavrını ortaya koyacak. Kaynakları gizli değil, açık ediyor kendisi, Doğulu kalabilmeyi ve Batılı olabilmeyi şiirinde yan yana getiriyor. “Nâzım’ın şiiri, bu bağlamda, deyiş yerindeyse, atipik bir şiirdir. Şiirinin İçeriğini inşa eden ideolojiden yola çıkarak, Gelenek’i olumsuzlar, ama bu olumsuzlamayı Gelenek’ten Form olarak yararlanarak yapar.” (s. 60)
Necip Fazıl Kısakürek’in ölümünden bir süre sonra yayınlanan röportajında ileri sürdüğü fikrin incelendiği deneme ilginç, Nâzım Hikmet’in şiirinin nakışlı bir yüzeysellikten ibaret olduğunu söyleyen Kısakürek’in argümanı üzerinden yüzeyselliğin de fena bir şey olmadığını ileri sürer Yavuz. Nedir bu yüzeyselliğin anlamı, bir meselenin özünü kavrayamamak Yavuz’a göre de kendi yorumu bu, Kısakürek’in neyi kastettiğini anlamak için röportajı okumak lazım sanıyorum, Yavuz’un bu denemelerinden de istifade ettiğim için mutlu mesut uykuya koşuyorum şimdi.
Cevap yaz