İçte yazanı kullandım, kapakta farklı. “Denemeler” bölümünde kavramların tokuştuğu, tarih boyunca değişen anlamların kıyaslandığı tipik Yavuz denemeleri var da önce “Sunuş”: düzyazının yaratıcı alanlarında başarılı olamadığını “itiraf ediyor” Yavuz, kendince bir başarısızlık tabii, üçlemesinin öyle facia bir yanı yoktur. Denemelerini bu alanda bir şeyler yapma arzusundan doğuruyor Yavuz, düzyazıya üşendiği için ayda bir yazabilmiş de Gökyüzü‘ne koymuş, ikinci bölümdekiler 1975-1976’da Politika‘da yayımlanmış, ikinci bölümdeki yazılarını daha bir keyifle yazmış. “Felsefe ve Slogan”a bakayım, atasözüyle slogan arasındaki formal benzerlik kısa ve kestirme yoldan bir düşünceyi aktarmalarından geliyor, düşünce geleneğinin hikmet veya atasözünden geldiği bir toplumda ikisi özellikle benzeşiyor. “Atasözü ve sloganla felsefi düşün üretimi arasında ters bir bağıntı var: Bir toplum felsefi düşünmeden ne kertede yoksunsa, atasözü ve sloganla düşünme o kertede gelişmiş oluyor.” (s. 12) Kısa gülmece öyküleri, Nasrettin Hoca, bunun yanında slogan, sorunları derinlemesine kavratmıyor, vıjt diye üzerinden kayıyor sorunun, Hakikat öyküleme yoluyla gösteriliyor ama asıl formunda değil, bu sebeple kestirmenin gizlediği, sakladığı, dile gömdüğü anlam kayıp. Diğer yanda felsefe dile gömülü Hakikat’i bulup çıkarıyor, çoğulu çıkardığındaysa sorgulamanın yolunu açıyor. Platon ve Aristoteles’in dilinde, verili olanların kanıtlanması eristik, sorgulanması diyalektik, ilki düşün üretme sürecini tekleştirip dogma üretmeye yarıyor, dogmanın dile tezahürü olan slogan doğuyor böylece. “Sistemli felsefi düşünün üretilemediği toplumlarda, bu üretme pratiğinin formel koşullarının yeniden-üretimi de gerçekleşemiyor. Felsefi düşünün yerini atasözü ya da geleneksel gülmece, diyalektik yöntemin yerini de eristik alıyor.” (s. 13) İyi bir başlangıç, sonra anakroninin kıyılarında bir kuğu süzülüşü, “Feminizm, Oryantalizm ve Divan”, Duygu Asena’nın Fatma Aliye Hanım’dan daha hızlı bir feminist olup olmadığını sorguluyor Yavuz, cinselliği yazınsallaştırmada Amasyalı Mihri Hanım’ın Pınar Kür’ü yaya bırakacağını ima ediyor, zamanında erkek gibi davranmamışlar, erkek sesiyle yazmamışlar da kadınlığın has niteliklerini duyurmuşlar eserlerinde, erkek egemen bir toplumda büyük iş! Murat Uraz’ın 1941’de yayımlanan Resimli Kadın Şair ve Muharrirlerimiz nam metnini okumuş da düşünüyor Yavuz, “maço erkek” imajı doğrudan oryantalist bir bakışın ürünü, 16. ve 17. yüzyıllarda Batılılar bir sürü eş ve kapatma “sahibi” erkeklere yapıştırmışlar bu görüntüyü, Batılı kadınlar “cinselliği güçlü Türk erkeği” imajını bu yüzden vurguluyorlar? “Peki, haremi, kapatması, odalığı olmayan bugünkü Türk erkeği açısından, bu oryantalist imajın anlamı ne? Bence şu: Türk erkeği bu imajın oryantalist geçmişini, ideolojik artık olarak yaşıyor: Tıpkı ‘kızılelma’yla övünen Türkçü, ya da ‘cihad’la övünen İslamcı gibi…” (s. 17) Sırf görünüm üzerinden büyük çıkarımlar, bunun yanında güçlü cinsel iktidar ideolojisinin bizde doğal, Batı’da kültürel olması üzerine düşünülür. Ama kısacık, bu etkenle bu kadar çünkü, Yavuz’un başka disiplinleri de konuyla çalkalamak gibi bir niyeti olmadığı için sezgi pompasını bırakıp gitmesi denemedir. Felsefenin yerini edebiyatın doldurması nedir, bu su götürür işte, Yavuz’un savunduğu fikir. Dilbilimsel ve varoluşçu davranışçılık ile romantik felsefe sözcük dağarcığını daraltmış, iç yaşama ilişkin görüşü basitleştirip yoksullaştırmış Perry Anderson’a göre, hangi bağlamda yoksullaştırmış, popülerlik kazanmış akımlardan başka bir kolu yok muymuş bu zıkkımın, Japon bir entelektüel Türklerle Japonların Batı felsefesinden uzak kaldığını belirtti diye edebiyattan kendimize bir felsefe türevi icat etmişiz de ikame mi etmişiz sistemik düşüncenin yerine, ilginç. Iris Murdoch felsefenin ayırdığını edebiyatın birleştirdiğini söylemiş, tamam da buradan bize bir övünç kaynağı falan çıkmıyor ki, bambaşka bir paradigma var ortada. İç yaşamımızın yoksulluktan kurtulması için din, mit ve büyü söylemleriyle ortaya konan gerçeklik gerekiyormuş insana, bunu günümüzde edebiyat veriyormuş, başka bir yazısında antik çağların gerçeklik taşıyıcısı olan eğretilemenin değişen gerçeklik algısıyla şiire kaydığını belirten Yavuz bu noktada edebiyata da benzer bir görev vermek istiyor sanıyorum, oysa birbirine içkin iki düşünsel türü böylesi ayırıp da birinin yokluğunu diğeriyle tamamlamak, bilemiyorum. “Eleştirmenin İşlevi” hoş bir deneme, Yavuz “işlev”den pratik bir yarar beklentisi olarak bahsediyor ama bu işlev tek taraflı değil zannediyorum, mevzunun eleştirmen açısından pek az düşünüldüğünü de zannediyorum, hasılı sık sık zannediyorum, Yavuz’un eleştirinin eleştirmene onur veren pratik bir yanının olmadığı konusundaki fikrinin doğru olduğunu sanmıyorum. Yenilikçiyimdir, arada sanırım da. Borges’ten alıntı var, Steiner’dan var, eleştirmenin yaratıcı eylemi yolda görse tanımayacağı imleniyor da öyle mi acaba, eleştirdiği metinleri birtakım niteleme sıfatlarına indirgemekten başka bir şey yapmıyor mu eleştirmen, bence başlı başına bir kurgu metin çıkarıyor ortaya. Daha doğrusu çıkaranı vardır, çıkaranı iyidir, haso eleştirmendir, yoksa Kemal Bek’in yaptığı gibi şunun Romantik, bunun Realist olduğunu söylemek, şeyleri tasniflemek eleştiri değildir. Kurmacaya olabildiğince yakın eleştiri eleştiridir, ötesi tahlile girer. Daha ince damarlara yönelince tahlilin de tercihten ötürü eleştiriye yakınlığından bahsedilebilir, yönelmiyorum, en kabasında kalıp Necati Tosuner’in eleştirilerini örnek göstermek istiyorum. Öyküleri gibidir, eleştirinin en kurmaca halini Tosuner’den okuyabilirsiniz, keyif verir. İki mesele daha var, yazarın kendisi yapıtında neyi gösterdiğiyle ilgilenmiyorsa eleştirmen neyi bulup kime gösterecek diye düşünebilir miyiz, ayrıca eleştiri has okuru ilgilendiriyor ve has okurun azlığı eleştiriyi ilgilendirmiyorsa iyiden iyiye bön yerine koymak demek midir eleştirinin okura yararlı olduğunu söylemek? Eleştiri başta bir kurmacaya varıyorsa bunların hiçbiri ilk elde önemli değildir, eleştirmenin paşa keyfi önemlidir ama şu ilgilendirme olayını açmalı, öncelikle yazar kendi yazdığının sınırlarını, ne tür okumalara yol açacağını belirleyemez, haliyle, “Bunu ben yazdım, hiç de öyle dediğiniz şeyleri düşünerek yazmadım, ne diyorsunuz kardeşim siz?” derse Yılmaz’ın şu videonun sonundaki tepkisini verebilirsiniz. Okuru bön yerine koymak da, okuru geri zekâlı yerine koyan kitap fişekleyicileri bunu yapıyorlar zaten, yapmasalar da eleştirmeni dikkate alıp almamak tamamen okurun tasarrufunda. Okur da okur olursa eleştiri görgüsü gelişir, okuyacağı metni kendi arayıp bulur, gidip en görüneni almaz. Eleştirinin işlevinin yazardan okura bilgi itelenmesi olmadığını söylüyor Yavuz, sonra belki de öyle olduğunu sezdiriyor, sonuçta eleştirmenin niyetinden zerre bahsetmiyor ki asıl önemli kısmı es geçiyor. “Biyografi Eksikliği” bizde hâlâ devam eden, daha uzun süre edecek bir soruna değindiği için önemli, Yavuz bizde eski kaynaklara eğilen pek kimse olmadığını söylüyor, gerçi kaynak da yok denecek kadar az olunca 17. yüzyılda yaşamış birinin sıkı bir biyografisini yazmak mümkün değil. Olmasın, romancılar ne güne duruyorlar, bari biyografik roman yazsalar da yanılsamayla avunsak. “Örneğin Bir Gün Tek Başına ile romancılık gücünü kanıtlayan bir Vedat Türkali, Nâzım Hikmet’in yaşamını niçin romanlaştırmasın? Melih Cevdet için Orhan Veli bir ‘roman kahramanı’ olmaz mı? Sait Faik’le ilgili bir biyografik roman, belki de Oktay Akbal’ın en iyi romanı olurdu. Bekir Yıldız, Sabahattin Ali’ye o kadar yakınlık duyan Bekir Yıldız, niçin oturup Sabahattin Ali’nin romanını yazmıyor?” (s. 35) Bence Yavuz’un düzyazı kurmacayla ilgili fikirleri pek sağlıklı değil, en azından bu denemenin yazıldığı 1975’te, çünkü oluyor mu öyle? Misyon mu bellenmeli mesela, yazarlar biyografik roman yazmalılar mı biyografi yok diye, gelmeyen şeyi balık tutar gibi tutmaları mı lazım bilemedim, yazmadıklarına göre yazmamaları daha iyi olmuş.
İkinci bölümdeki denemelere gelemedim, daha bir rahat, neşeli denemeler onlar. Yavuz’un denemelerini okurken sağlam öğreniyorum, sağlam muhalefet ediyorum, on numara.
Cevap yaz