Peter Camenzind‘de kırsalda büyüyen anlatıcının çocukluğundaki doğayı şiirde doğurmaya çalışması ilgi çekiciydi. Şehre gidip üniversiteye başlıyor, binaların arasında tıkılıp kaldığını hissedince, yazıdan çiziden para kazanmaya da başlayınca ara ara babasının evine dönüp bildiği ağaçların arasında huzur buluyor. Bildungsroman ama sadece karakter gelişimine odaklanmayan, doğanın anlatımını da karakterle birlikte geliştiren, detaylandıran bir anlatım, hoştu. Bu metni okumaya başladığımda Camenzind’in duygularını hatırladım, metnin sonuna gelince arka sayfalara baktım ki zaten Hesse’nin birkaç metninden alınmış bölümlerden oluşuyormuş bu kitap. Derleme aslında. Hesse’nin bütün metinlerini de bilmiyordum, aymadım hiç. Otobiyografik ögeler taşıyan metinlerden Hesse’nin doğa düşkünü olduğu anlaşılıyor zaten, bu derlemede pek çok metninden alıntılarla doğa güzellemeleri toparlanmış. Aralarda güzel ağaç resimleri var, birkaç şiirini de almışlar Hesse’nin, hoş bir kitap ortaya çıkmış. Kapağı da pek hoş. Şiirlerinden birini bestelemiştim, en sona koyarım. Çevirmen farkı ortaya çıkıyor tabii, ben Yüksel Pazarkaya’nın çevirisinden okumuştum, o çeviri buradakinden daha iyi. Şairi şairin çevirmesi başka bir şey.
“Ağaçlar” bölümüyle başlıyor. Vaiz olarak ağaç fikriyle başlıyor, yalnız insanlar benzetmesiyle sürüyor. Bahsettiğim şiiri sisin içinden geçiriyordu Hesse, şiirde sisin içinde insanların da ağaçların da yalnız olduklarını söylüyor, buradaysa direkt insanlaştırıyor ağaçları, Beethoven’a ve Nietzsche’ye benzetiyor. Beethoven’ı bilmiyorum ama Nietzcshe yürümeyi pek severmiş, anılması hoş bir tesadüf veya bilinçli bir işaret. Hiçbir şey ağaçlardan daha kutsal değil, daha mükemmel değil, tapınak gibi yükseliyorlar göğe. Dibinde dururken Gaia’dan da ötesine geçiliyor, geçilmiyor mu, engin bir kaynağın yansıması gibi geliyor ağaç, sanki bu dünyanın koşullarında kavuştuğu formun çok daha fazlası varmış gibi, evrenin uzak noktalarında farklı biçimlere sahipmiş de burada bir sonsuzu paylaşıyormuş gibi. “Atalarımı hiç bilmem, her yıl benden doğan binlerce evladımı bilmem. Tohumumun sırrını yaşarım sonuna dek, başka tasam yoktur benim. Tanrı’nın içimde olmasına güvenirim. Uğraşımın kutsallığına güvenirim. Ben bu güvenle yaşarım.” (s. 12) Aklın sınırı bu biçim bir hissi kavrayamıyorsa da doğanın bilişselliğinden çok da uzağa düştüğümüzü sanmıyorum, belki bu da bir tür bilişsel yetenektir, ağaçlarla birlikte yaşamanın huzurunu tam olarak duymak bir tür ruhsal melekedir, kim bilir, Hesse’ye göre çocuk ve çiçek olmak arasında bir bağ yoksa muhtemelen Hesse bu duyguyu iyi biliyor. Baktığı manzaranın bütünlüğünü ağaçların yardımıyla sağlıyor, uzaklardaki dağların yamaçları ormanlarla kaplı olmasaydı belki yarımlık yüzünden sancıya tutulabilirdi ki bu sancının bir türünü ağaçsız şehirlerde yaşıyor. Tabii önce ağaçları dinlemeyi öğreniyor, muhtemelen çocukluğunda. “Ağaçları dinlemeyi öğrenen, ağaç olmayı arzulamaz artık. Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz. Yurt budur. Mutluluk budur.” (s. 12) Bir süre yaşadığı, vedalaştığı yerlerden belleğini biçimlendirenlerin özellikle ağaçlar olduğunu söylüyor sonra, kestane ağaçlarının yeri ayrı. Anılaşmayan anlar binalarla dolu, alelade bir tren istasyonu hatırlanır gibi hatırlanıyor şehirler, eğer ağaçlar yoksa. Parklar şehirlerin içinde giderek küçülse de tek bir ağaç koca bir ormanmış gibi davranabiliyor, örneğin yaşlı mor kayın. Etrafındaki türdeşlerini gölgede bırakıyor, her anlamda, fısıltılarını duymayı bilene anlatacakları var. Etrafında yollar bitiyor, park şekilleniyor, sonra yollarda başka ağaçlar türemeye başlıyor ve insanlar seviniyor, anlatıcıyla birlikte. İsyan değil, bir yolunu bulan yaşam görünür hale geliyor sadece. Çatlak bir beton parçasından fışkıran yeşillikler, örneğin kaldırım taşlarının arasından çıkan otlar insanı nasıl mutlu ederse öyle. “Bach’la dolu bir kulağın, Cézanne’la dolu bir gözün” armağanı gibi ağaçları duyumsamak, özlenen çocukluğun izini taşıyor, ormanda bir başına dolanıp yukarılara bakan, yaprakların hışırtısını duymak için nefesini tutan çocuk çok uzaklarda kalmışsa da taşıdığı duygular taze, Hesse yorgun kalbine rağmen çocukluğunu yaşıyor metinlerde.
Kayıp zamanın izlerini ağaçlarda sürüyoruz, “Avalon’un kayıp özlem şarkıı gibi harikulade bir hüzün veren” geçmişin ağaçları pencereden, balkondan, evlerden görülebildiği müddetçe duvarların hükmü ortadan kalkıyor. Şiirle birlikte süren anımsama hem metinlerde geçen şiir defterleriyle, hem de şiirlerin kendileriyle ele alınıyor, üç katmanlı bir anlatı oluşuyor sanki. Bunun yanında ağaçların ölümüne de yer veriliyor, şiddetli bir fırtınadan sonra devrilen şeftali ağacı anlatıcı için ağaçlara güven olmayacağını anımsatıyor. İlla bir baltanın veya testerenin ucunda gelmiyor son, doğanın devinimi kendini doğurmasını ve öldürmesini sağlıyor. Ağacın ölümü onurlu, doğal bir ölüm. Anlatıcı insanla ağacı aynıymış gibi görerek şeftali ağacının bombalanmadığını, asitle eritilmediğini, yurdundan sürgün edilmediğini söyleyerek buruk bir sevinci yaşıyor. Sefilce bir ölüm değil onunki, yozlaşmış bir dünyada “hak edilmiş” türden bir ölüm. Yeri boş kalacak, yerine fidan dikilmeyecek, acısına ayrılmış bir boşluk. Yüzünde maskesi olan insanın hissedemeyeceği türden bir acı bu Hesse’ye göre, böyle insanlar his yoksulu ama ürkebiliyorlar, hatta bir tek ürküyorlar, karşılarında apaçık bir doğa varken.
Kuşlardan da sıklıkla bahsediliyor, guguk kuşu örneğin. İki aylığına ormanın kralı olan guguk kuşu ıssız vadileri sesiyle dolduruyor, hatta evin pencerelerinden orman gözüküyorsa uzaklarda noktaların şenliğini oluşturuyor arkadaşlarıyla birlikte. Nadiren görülüyorlar, görüldüklerinde zamanı söylüyorlar, saat gibi. Daha da yakınlaşırlarsa kanatları kadranlara dönüşüyor, mayıs çiçeklerinin açma saatinin geldiğini gösteriyorlar. Yoklukları ormanın pekliğinden bir şey götürmüyor gerçi, felaket ormanın da ortadan kalkmasında. Bir metin bu yok oluşu taşıyor, yıllar sonra bildiği bir şehre gelen anlatıcı, kestane ağaçlarının kesildiğini gördükten sonra yaşadığı yılların da yavaş yavaş silindiğini, hatırlamak istediklerinin bir türlü ortaya çıkmadığını fark ediyor ve şehri terk ediyor en sonunda. Ağaçları kesildi diye şehri terk etmek, anılar tekrar hatırlansın diye zihnin başka bir noktasına göç etmekle bir. Ihlamur çiçeklerinin duyurduğu kokuları aramak başka bir anımsayışa kapı aralıyor, aslında bütün metinler bir şekilde anımsamayla ilgili. Ağaçları da doğanın anımsadıkları olarak düşündüm, anılar anımsayamazsa da -baştaki alıntıya istinaden- farklı biçimlerde belirebilirler, meşeyle gürgeni farklı zamanlara ait hatıralar olarak görmek mümkün.
Oldukça incelikli bir düşünürün doğayla bütünleşmiş halinden doğan metinler, şu sıkıntılı günlerde okunsa iyi gider.
Teşekkür ederim bu kitapla ilgili içerik paylaştığınız için, bu kitabı almak çok istiyorum. Siddhartha ve Bozkırkurdu kitaplarını okumuştum Hermann Hesse’nin, Ağaçlar kitabı da bir o kadar güzel alıntılardan gördüğüm kadarıyla.
okumak istediklerim arasındaydı “ağaçlar” kitabı. Siz de çok güzel anlatmışsınız, çok heveslendim şimdi 🙂
Hemen bir yerlerden bulup okursanız şu sıcaklarda şahane gider, can verir, iyi hissettirir. :B