Sancho dünyayı yere yakın bir yerden görüyor, Hülya’nın ayakları tam karşısında. Burs alıp Londra’ya gidecek Hülya, Devlet Konservatuarı’nda bale öğrencisi, ayakları da bale figürü şeklinde mi uyuyor, Sancho düşünüyor. Hayır, anlatıcı düşünüyor, son derece serbest. Anlatıcı köpeğin bilincine varamıyor çünkü o bir köpek, bu bir anlatıcı, Sancho’yla anlatıcı arasındaki ilişki birinin gözlemlenmesi, diğerinin gözlemlemesiyle kurulmuş, arada köpeklik de sızıyor hikâyeye ama asıl bu dıştan aktarım. Tekrarlanan köpek sesleri, “tiki tiki praf”, sonra korkunun etkisiyle başka bir şeye dönüşecek, şimdilik piyasa yapan Sancho’nun doğal sesi. Graf’la selamlaşıyorlar, Alman Büyükelçiliği’nin has köpeği Graf’ın tüyü müyü yapılı, tam bir aristokrat köpek bu. Sınıflar çevrede, köpekler merkezde, Taner yine ortaya aldığı ögenin etrafına kuruyor anlatı dünyasını. “Yağışsız bir havada yürümekten güzel şey var mı dünyada? Gel gör ki, kaldırımlar kaldırım değil. İnsanlar gibi köpeklerin de kültürü, görgüsü, düşünüş tarzı, hayat üslubu, sıkı sıkıya kaldırımlarla orantılı.” (s. 96) Müteahhitin malzemeden çalması, yolların bozulması, topukların çarpılması, her şey tiki tiki praf eşliğinde arka arkaya, sahibi yüzünden sinir hastası olmuş Hedi’nin tuhaf huyları, devetüyü palto giyen insanlar, polis köpeklerinin yan yan bakmaları, birinin Sancho’ya dikmesi gözlerini, arada yürüyüş sahnesinden çıkıp yemek masasına seyir, Sancho’nun sahibi bir kadının ayaklarına mı değiyor ayakkabılarıyla, kadın da meyledince Sancho kadının ayakkabısını alıp götürüyor, kadının köpeği geri getiriyor, insanların yedikleri haltları sezen köpeklerle dolu bu öykü. Özünde insanın sade bir araç olduğuna dair şu paragraf: “Oysa insanlar çoğu zaman yaptıkları gibi, işi nasıl ters yorumlarlar. Köpeklerine kendi kişiliklerinin damgasını vurduklarını sanacak kadar. Oysa bir hariciyecinin köpeği hiç de snop olmayabilir. Bir askerinkinin pekâlâ filozof olabildiği gibi. Bir profesörün köpeği kütüphanenin yolunu bilmediği için ne kadar utandığını bizzat itiraf etmişti. Köpeklerin efendilerinden ayrı, hatta bazen onların tam zıddı bir kişiliği olamayacağını savunmak, köpekleri insan derecesine indirmek değil de ne?” (s. 105) Deniz Kavukçuoğlu’nun Kedi Gülüşü nam metnini okuyorum şimdi, kedilerden hiçbir şey beklenmemesi gerektiği apaçık, insanları sahiplenmiş gibi davranıyorlar. Köpekler, eh, arada uçurum var ama kedilerle ortak bir yanları olduğu söylenebilir. Özgürlük şiddetle bastırılabilir, gömüldüğü yerden çıktığı belli belirsiz bir işaretle fark edilebilir, canlıların ilişkileri o kadar da köşeli değildir.
“Piliç Makinesi” iki parçalı, bu kadar keskin bir bölümleme Taner’in öykülerinde pek görülmez. Adamımız dertli, sorunları çok, mesela Serap. Aldatmış, yalanı çok kötü, adam yüzlüyor ama kadın oralı değil, mücevherlerinin verdiği mutlulukla yetiniyor. Nesrin’in, ölen eşin uzak bir yeğeni, küçük, beş yıl önce kara kuru bir şeyken artık adamın baş belası. Işıklı bir obje, adam olmasa sıradan bir hayat yaşayacaktı, artık rezilliğin bir parçası. “‘Sen adam olsan karının kadrini bilirdin’ diyor. Lafa bak lafa. ‘Karımın adını alma sen bir kere ağzına. Hele eşitlikler, kıyaslamalar kurmaya hiç niyetlenme. Nesrin, bir hanımefendi idi Nesrin.’ Kahkahalarla gülüyor Serap. O, çok içmiş, çok yaşamış kadınların, bronşitli, kalın ve çatlak sesi ile gülüyor.” (s. 108) Adamın bu kadınla ne işi var, burası karanlık, aklının normal rayda işlemediği söylenen kadın ama adamın da pek mantıklı olduğu söylenemez, sezdirilen zekiliğinin aksine. Yaşına bakıyoruz sonra, tıraş olurken yüzünü kesiyor, koyu kanına bakıp gençliğindeki parlak, coşkun kanını hatırlıyor, toplantıya giderken büyüdüğü yerlerden geçiyor, bildiği sokaklardan, nostalji. Çağrışım oyunları kendiliğinden mi, sıkıntıyı atmak için mi, örnek: “Aile albümlerinin soluk resimlerinde hep Sebah Juvalier markası vardı. Tiring Galata, Turing Klub, diye söylendi. Makabi Futbol Takımı. Türkiye İdman Mecmuası. Yakup Cemil’in Babıâli baskınında Nâzım Paşa’yı öldürdüğü tabanca hangi müzededir acaba? Nizamı Cedid. Nizam Caddesi. Seferoğlu bahçesinde böğürtlen ağaçları. Caz şarkıcısı Al Johnson. Beyaz eldivenli zenci, Hallacı Mansur. Hallaç pamuğu.” (s. 112) Toplantıdan önce bir tanıdık, sevgilisinin kaçtığını söylüyor, adamımız hiç oralarda değil ama sıradan birkaç lafı bile tanıdığına yeter. Saygın biri bu adam, sadece duygularını kontrol altına alamıyor, tercihlerinde bu yüzden yanılabiliyor. İkinci bölüme geçelim, kulübün işleri konuşuluyor, toplantı arkadaş çevresiyle açıldıktan sonra Lise’nin ele geçirilmesini konuşuyorlar spor dallarına daha çok ödenek ayrılması için. Galatasaray’ın bir futbol kulübü yok ya, diğer kulüplerine de kaynak ayrılmalı. Bir Sevim yok ya, başka ihtimaller değerlendirilmeli? Makabi Futbol Takımı’nın oradaki işini bilmeyenler için öyküye bir açıklama gerekir mi diye düşündüm, Turing’in ne kadar önemli bir kuruluş olduğunu nasıl anlatmalı okura, sıralananların güncelliği ortadan kalkınca dipnotlar belirmeye başlamalı. “Rahatlıkla”da benzer bir durum var, sayısız akademisyenin tam olarak neyi oyladıkları metinden çıkıyor ama prosedür nedir, partizanlık yapanlar hangi partilerle haşır neşir, Kürtler o dönemlerde ne ölçüde güçlüydü, hikâyenin geçtiği zamandaki kurumları, atmosferi bilmeden çok şey eksik kalacak. Erzincan depremi, Kıbrıs olayları, cuntacı doçentler, 147’ler derken kliklerin her biri için kısa da olsa bir not düşülmeli artık. Taner’in karakter değil de atmosfer yaratma yeteneği ortaya çıkıyor yine, profesörler bir hocanın doçentliğini oylayacaklar da güç dengeleri değişiyor sürekli, yeni ittifaklar doğuyor, tansiyon pörtlüyor arada, diyaloglar bütün bunları ortaya çıkarıyor. Başarılı.
Fakat “Ases” ne öykü be, öykü gibi öykü. Ülkenin futbol ortamından zerre hazzetmem de tutku apaçık anlatıcıda, öykü de iyi kurulmuş, kısa epizotlarla futbolcu Ases’in hikâyesi, arada futbolun ahvali, oyuncular, takımlar, bir zamanların spor dünyası. “Hani bazı kadınlar vardır, hödük koca ile düşe kalka eblehleşir, içleri kararır, ispinoz gibi susar otururlar ama iyi bir kavalye bulunca açılır, dans eder, bülbül gibi şakımaya başlarlar, işte Fenerbahçe de biraz böyledir. Bakarsınız, bir hafta Yeşildirek’le berabere kalır, öbür hafta gider, Londra’da Machester City’ye İngiliz futbolu öğretebilir.” (s. 139) Fener’in mahalle takımı kimliğine büründüğü maçlardan biri de Ases’in oynadığı Hacettepe maçıdır, adamımız attığı golün nizami olmadığını söyleyince Fenerliler gelip kutlarlar ama çocuk onları da iter, mevkisine geçer, yuhalamaları umursamaz. Anlatıcının dikkatini o gün çekmiştir Ases, italik bölümlerde takım arkadaşlarının, taraftarlarının düşüncelerini gördüğümüzde küfür kâfir gidildiğini görüyoruz, bir kere beraberlik priminden etmiş ve takımı düşme hattından çıkamamış onun yüzünden. Ases delikanlı adam, çelimsiz ama yüreğiyle oynuyor, Baba Hakkı önerileri dinleseydi Beşiktaş’a gidebilirdi, İtalya’dan dönen Can’ı çaresizlikten dellendirmese Fener’e gidebilirdi, hiçbiri olmuyor zira teklif gelse de sevenlerini üzmemek istiyor Ases, küçük takımın büyük oyuncusu olarak Milli’ye çağrılma hayaliyle oynamaya devam ediyor. Tabii seyircilere dair birtakım düşünceler, biri: “Halk, bizde maça neden gider bilir misiniz? Kendi başına kalınca kafacığını işletemediğinden. Maçta gözünün önünde bir şeyler oluyor ya, kendini bir heyecana kaptırıyor ya. Bunu arar işte. Kendi içinden hiçbir şeyi ateşleyemediğinden. Niye gazetelerde bu karar fıkracı var? Halka çiğnenmiş hazır lokma görüşler hazırlayabilmek için.” (s. 144) Anlatıcı neden takıyor Ases’e, zamanında onun gibi olmak istediği, bir ara olur gibi olduğu ama nihayetinde olamadığı için. “Yazarlık nedir? Bir hüsranın avuntusu. Bütün hüsranların avuntusu. Yazarlık bir narsis kompleksi: ‘Bak ben ne yazdım. Ne marifetlerim var benim. Okuyun beni. Beğenin zekâmı, buluşlarımı’ demek.” (s. 152) Ases iki sezon daha oynuyor, sonra musluk ustası. Yeteneğin düşüşü.
Ustadan hikâyeler dinlediniz.
Cevap yaz