Haldun Taner – On İkiye Bir Var

Taner’in öykülerini nasıl kurduğuna bakalım, edebî görgüsü zaten teslim edilmiştir de tekniğinin çözümlemesinden bu görgü de eleştiriye açılabilir. Nedir, düzayak hikâye anlatımı öndedir, kronolojik genişletme “On İkiye Bir Var”da bayrak taşımaktadır. Anlatıcı dokuz yaşındayken saati söyleyiverir hiçbir yere bakmadan, üçü beş geçiyor veya beşi üç, biyolojik saatle atomik saat mükemmelen eşlenmiştir. İnsanlar mantıklarının itkisiyle tahminlerin süperliğine yaslanırlar ama başka bir şeydir anlatıcıdaki, zamana karşı bir hassasiyet, rüyalarına girecek kadar etki altında bırakan bir yetenek, lanet ya da. Tozutmuyor, hayır, övünç bile duymaya başlıyor ki bu yetisinin kaynağında doktorlara göre normal üstü bir duyma hassasına sahip olan kulakların bilinçaltını tetikleyerek pandülü kusursuzca vurdurması var tak tuk, tak-tu-tak-tuk, tabii işitme duyusuna dair neden pek az ayrıntı var, onu sormalı zira mutlak kulak yoksa da duyuşun yol açtığı araz? Tempoya uymayan seslerin sinirlendirmesinden daha fazlası olmalı mı, hikâyenin dengesiyle uyumu düşününce bu kadarı yetmiş denebilir. Sam Kean anlatıyordu galiba, bacağının kendisine ait olmadığını hisseden biri ampute edilmek üzere Tayland’a mı ne gidiyordu, bacağı kestiriyordu da vücut bütünlüğünü nihayet sağladığı için mutlu mesut yaşamaya başlıyordu, anlatıcı da yavaştan rahatsız olmaya başlayınca saati atıyor, Kadıköy Belediyesi’nin yanında altından geçtiği saate bakınca yanlış tahminde bulunduğunu görüp seviniyor. Meğer on dakika geriymiş saat, böyle küçük mutsuzluklar büyümeye başlıyor, tempoya uymayan nişanlısından ayrılıyor anlatıcı, yaşam dengesini oturtmaya çalışıyor. “An an’ı kovalıyor, an’lar sonsuzlukta eriyor. Çarşamba perşembeyi, Perşembe cumayı sürüklüyor. Kasım, aralık oldu, aralık ocak, ocak şubat olacak. Şubat da mart. Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı yara yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğru… (…) Madem zamanı durdurmanın çaresi yok, madem zaman akacak, bari, geçişini iyice hissetsek.” (s. 27) Karınca gibi durmadan çalışmak, çocuk yetiştirmek ve benzeri eylemlerin çoğunun anlatıcının hayatıyla bağı yok, hikâyeden taşıyor bu genelleyici bakış da sonradan saat koleksiyonu yapmaya başlaması anlatıcının, tik-takları duyamadığını fark etmesiyle öldüğünü düşünmesi doktorunun söylediğinin aksine, gündelik işlerle debelenen insanın genel halini gösterip noktayı koymak için işlevsel, başarılı. Bu öyküde olay örgüsüne yaslandı hikâye, belli bir psikolojik durumun açığa çıkardıklarıyla yürüdü, “Ayak”ta kesik ayağın etrafında şekillenecek. Terlikçi İhsan, Straponcu Makmun ve, dalga geçilecek bir durum yok gerçi, Taner cıvık mahalle öyküsü yazanlar gibi kurmuyor öyküyü, sırf karakter olarak bırakıyor karakterlerini de o ulvi, gülsuyu veya rakı kokan ezim ezim ezilmiş insanların edebî sömürüsüne girişmiyor. Terlikçi İhsan dedik, Mesut Çağlayan var, üç beş kişi daha, kahvede oyun oynarlarken önlerinden bir çocuk grubu geçiyor, çocuğun teki tuttuğu ipi çekiştirerek kesik ayağı peşi sıra sürüklüyor. İnsan ne olduğunu anlamayabilir, şaşkınlıktan nesneye bakakalır ama bizde durum başkadır, biz hemen ayarız, öyle şeyler yalnızca şapşalozların başına gelir. Baytar Bey yerinden fırlayıp çocuğu durdurmaya çalışıyor, sonra ahaliyi toplayıp mahalleyi basıyorlar, ayağı buldukları gibi doğruca hastaneye. Taner’in karakterleri piyasaya adım adım çıkarışını izliyoruz artık, çocuklar hastanenin çöplüğünden ilaç şişelerini toplarlarken bulmuşlar ayağı, oradan röntgen teknikeri ve doktorun fotoğraf makinesi muhabbetlerine geçiyoruz zira sorgu başlıyor, nöbetçi savcının aşırı devletlü halleri ve nöbetçi başasistanın bilmem ne derdi, kocası bırakıp gittiği için başhemşire terminatör gibi geziyor, ayağın eski sahibi Rizeliyse hayalet organ sancısı çekmeye başlıyor odasını bastıkları zaman. Evet, onun ayağı, keşke hatırlatmasalardı ama dava çözüldüğü için mutlu olmalı. İşi bilmeyen biri bırakmış çöpe, içi kalkmış, onunla birlikte işini iyi yapıp yapmadığını pek çözemediğimiz onca karakterin tuhaf huylarını, arızalarını, kısacası insanlık hallerini gördük, öykü bitti, mutlu mesut diğer öyküye geçebiliriz. Şöyle bir şey, baştan belli öykünün gideceği yer, heyecanlandırmayacak ama sıkmayacak da, Taner sağlam doldurduğu için sayıklamalarla da uğraşmayacağız, şişirme bir metinle karşılaşmayacağımızı biliriz Taner’in metinlerini okurken. Rizelinin düşüncelerine de bakalım, hani Taner ilk öyküde karakterin dışına azıcık taşırdı serbest dolaylı anlatıcıyı da bu öyküdeki Rizeli tam olarak şunları düşünmüştür, ikna oluruz: “Bu ayak ha, bu ayak… Demek artık bu ayakla ıslak kumlara basamayacak, nemli tabanını sıcak çakıllarda kurutamayacaktı… Demek artık parmak araları mayasıl olsa, bu ayağı tatlı tatlı kaşıyamayacak… Bu ayak artık, yatakta Hacer’in baldırlarına dolanamayacak.” (s. 48) Bahriyeye gittiğinde girdiği düztaban muayenesini hatırlar, ayağını suya batırıp güvertede yere sağlam basarak yürüyüşü, hepsi başka birinin anılarında kalmıştır sanki. Organ kaybı insanı başkasına çevirebilecek kadar büyük bir travmadır, karakterin dönüşümüne şahit oluruz, sırf bu bile Taner’in büyüklüğünü gösterir. Aynı tarifeden bir öyküsü daha var, “İznikli Leylek”, anlatıcı başta kuşlardan girer, Amerikan milli marşını söyleyen saksağandan çıkar, lafı Müslüman leyleğe bağlayacaktır. Eyüp civarında takılırmış leylekler, Müslümanlığı tartışılmaz. Bu İznikli ama, namaz kılan cinsten değil, ramazan günü alenen solucan yiyor çünkü. Matrak. Uçamıyor bu leylek, havalanmaya kalktı mı soluna yatıveriyor, yerde dolanıyor, mahalleliye eğlence. Helvacı Musa indirmiş takıldığı yerden, telgraf direğine nasıl tosladıysa. Bütün esnaf seviyor, besliyor, o da yuvarlanıp gidiyor. Kışın fırıncılar, yazın sokaklar, güzel. Üniversite gezisi, hocalarla öğrenciler kuşun etrafını çeviriyorlar, herkes kendi alanına göre yaveler sıkmaya başlıyor. Arkeoloji asistanının sözü: “‘Bir de Niçe’nin sözü olacak…’ dedi. ‘aklım evet der, gururum hayır.’ Yo pardon, ‘Aklım hayır der, gururum evet.’ Böyle bir şey, buna yakın. Tıpkı onun gibi, leyleğin intekst’leri evet diyordu, imkânları hayır.’” (s. 60) Anlatıcı hiç oralı değildir, onun hayali çimenlere yatıp bulutları izlemektir ama leyleği görünce laklağa dalanlar yüzünden mahvolmuştur günü, katlanmak zorundadır. “Evet, hiç lüzumu yokken, bu yolda acıklı ve kötümser bir hikâye yazacaktım. Hoca çağırınca yazamadım. Hikâye yerine, o günümü Mahmut Çelebi camiinin kapı kitabesi, Yakup Çelebi zaviyesinin tuğla tezyinatı, Nilüfer Hatun imareti avlusundaki sütun başlıkları arasında tükettim.” (s. 61) Geri kalır mı diğerlerinden, yapıştırıyor diğerleri gibi uzmanlık bilgisini, kendine pay çıkarıyor leylekten. Bu da matrak. Sırada Kevser Hanım’ın helası var, “Bayanlar 00”, yaşamlardan sahneler bu kez helanın duvarlarından izlenebilir. Onca yıllık helacı, pırıl pırıl tutuyor çalıştığı yerleri, işine saygısı büyük. Üç tür insana kuruluyor: marifetini orta yerde bırakıp çıkanlar, para vermeden sıvışmaya çalışanlar, bokunu avuçlayıp duvara resim çizenler. Yok, taharetsizler ve küvetin tahtasına kirli iskarpinleriyle tüneyenler. Klozete tüneyip sıçanlardan bahsediyor sanıyorum. Ne insanlar gelip geçermiş oradan, mesela bir vekilin hanımı kibar kibar gelip zortlatarak çıkmış oradan, meşhur zenginlerden biri gelmiş de geçmiş helalardan hatırlamış Kevser’i, eski günleri anıyorlar üç beş dakikalık muhabbette, Kevser’in gözleri doluyor. Habitat mis kokuyor, kimse oranın kenef olduğunu anlayamaz. Kafa içinin hoş bir anlatımı yine: “Şimdiye kadar yalnız ve yalnız, büyük vapur helalarında bulunmamıştı. Zaman zaman, acaba onlarda çalışmak nasıl olur diye düşündüğü olurdu. Bir-iki kere Kadıköy vapurlarında, Haliç vapurlarında oraya girdiği olmuştu. ‘Delikten bakarsın, altında deniz kayar. Ne güzel, hem edersin, hem gidersin’ diye düşünürdü.” (s. 66)

Ustanın meşhur öyküleri, ders kitaplarından tanırız. İlk öykünün bunaltıcı atmosferi aklımdan çıkmıyor yirmi yıldır.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!