Övmeyi sona bırakayım, “Sen Bu Halk Bile Olamayan Kalabalıklar Yığını İçinde Herhangi Birisin” ilk öykü, bu ilk öyküyü övüp geri kalanı sona bırakayım. Bu öyküdeki oyundan Calvino’da da vardı, oyuncul başka yazarlar da bu tür işlere girmişlerdir, bir durumu açıp açıp açıp bütün ihtimalleri hikâyeye yığarak beklenmeyen bir sonla afallatmışlardır. Kabak tadı vermesinin sebebi sadece sürprize yaslanmak sanıyorum, anlatımda ters taklalar atılmamışsa beklenti kaybolmuyor bir türlü, okur neler döndüğünü anlamaya çalışırken bir şeyleri kaçırıp kaçırdıklarıyla finalde karşılaşsa güzel. Burada ne var, “o” evine giden bir adam, anlatıcının “sen” dediğiyse yerde yatan bir adam, gerisi olasılık. O iyi giyinmiş, karlı hava kıyafetiyle sokakta geziyor ki kar yağıyor zaten, sen yerde yatıyorsun ve kar yağarken neden yerde yattığını söylemiyorsun çünkü baygın gibisin, bir hal var sende, bir süredir iyi değilsin, seninle bir konuşmak gerekiyor ama hareket etmiyorsun hiç, o sana yaklaşırken korkuyor çünkü bıçağını çekip kalbine saplayabilir. Tam burada ne noktanın ne de virgülün gösterebileceği bir es veriyorum ve bu bıçağın ortaya çıkmasını esefle eleştiriyorum, şu klişeye büyük bir sıkıntıyla değiniyorum çünkü kurmacayı böyle klişelere sıkıştırmak canımı da kurmacayla birlikte sıkıştırmak anlamına geliyor ama şu an elimden başka bir şey gelmiyor: Duvardaki tüfeği sahnedekilerden biri alabilir, duvarın kendisi alabilir, tüfeğin hologram olduğu ortaya çıkabilir, ateş edildiğinde tüfekten çiçekler fışkırabilir, tüfek aslında hiç yoktur, hatta sahnedekiler dahi sahne bile yoktur, tüfeğin imgesi, tözü vardır. Hadi hiçbiri yoktur ama bu yokluğu bir şekilde kurmak lazım işte, tüfekten bahsediyorsak bir şey olur veya olmaz. Olmaması daha iyi, özellikle Şenocak’ın öykülerini düşünürsek olmamalıydı çünkü çok kolay bir çözülmeye yol açıyor bu bıçak. Sen sarhoş gibisin, değil gibisin, belki yaralandın veya başına bir iş geldi veya uyuyakaldın sokakta, belki öldün, yardıma ihtiyacın var. Onun tuzu kuru, yaklaşmak istemiyor çünkü başına bir iş açabilirsin ya da yardıma ihtiyacın vardır, o sana bir el atsa iyi olur. Önce dokunmamaya karar verir, yanından geçip gidecektir ama son anda kararını değiştirir, insanlık ölmemiştir, düşeni kaldırmak, uçanı göğermek, kaçanı gözetmek gerekir. O sana yaklaşır, daha da yaklaşır, aklından sana yemek ısmarlamak geçer, belki evinde ağırlayacaktır bir süre. Yine bir es, burada anlatıcının, “Derken koşmaya başladım ve adamın kalbine bıçağı soktum,” demesini bekledim, hani en kötü bu olurdu da şaşırırdık, olayı anlatanın ilahî değil de âdemî olduğu ortaya çıkardı. Yok, sen kalkıp adama bıçağı sokuyorsun, anlatıcı kurgusal bir katakulli çevirse de gerek öykünün kısalığı, gerekse yeterince afili bir alavere çevirmediği için, kısacası tatmin etmedi bu öykü. Niyet güzel, öykü de iyi ama çok daha iyilerini okuduktan sonra yavan geliyor. Şiiri şiirle, öyküyü öyküyle ölçüyorum, bazı yazarlarda öyküyü şiirle veya şiiri öyküyle bazı şairlerde. Ama o da nesi, “Zeynep Şeker’in Üç Ölümü” geliyor sonra ve ilk öykünün tatsızlığını unutturuyor çünkü o ne öykü! Zeynep Şeker’e kocasını göstermezler, cezaevinde öyle biri yoktur. Göğüs uçlarına bakan işkenceci bir polis vardır, Şeker’i kışkışlar. Evine döner Şeker, ilkokul arkadaşını arayıp muhabbet etmeyi, sıkıntısını gidermeyi düşünür. Belki arar ama samimi değiller galiba. “Dahası, Zeynep ilkokuldayken onunla tanışıp tanışmadığını da hatırlamıyordu doğrusu! Zaten Zeynep ilkokula falan gitmemişti hiç. Bu yüzden bu başbelası telefonu erteleyip yattı. Korkunç bir yalnızlıkla ve acıyla yattı. Yere yattı. Sonra da kalkıp yatağına yattı. Tam yirmidört saat deliksiz bir uyku çekmedi, çünkü öyle pek uzun uyuyabilen bir kadın değildi. Bu yüzden ondört saat deliksiz bir uyku çekti ve uyandığında bir de baktı ki, ne görsün! Hiçbir şey görmedi. Yalnızdı çünkü.” (s. 13) Yine bir şeylerin olup olmadığını anlamadığımız bir öykü, Zeynep’in kocasına el koymuşlar mesela bir gece, götürmüşler, Zeynep de beklermiş ki dönsün kocası da var mı acaba öyle bir koca, devlet terörü koca mı bırakır, yok eder her şeyi, öykülerin 1980’lerde yazıldığını düşünürsek bunu dile getirmek de cesaret ister, yaşa Şenocak. Zeynep kalkmıştı en son, gelen telefona baktığında sert bir erkek sesini dinler, Zeynep Şeker olduğunu iddia eden adam karşılığında hiçbir şey duyamaz çünkü Şeker düşüp ölür. Bir bahar geçmiştir aradan, Şeker dirildiği zaman kendisini yorgun bir gece işçisi olarak bulur, evine girmeye çalışır ama doğru kapının önünde olup olmadığını bilemez, kapının mı yoksa kendisinin mi yabancı olduğunu anlamaz, kapının ve kendiliğinin varlığından eminiz ama. Derken yine telefon gelir ve bakamaz bu kez Şeker, düşüp ölür. Son kez dirildiğinde kapının önündedir, girememiştir içeri, telefon çalar o sıra. Şeker içeri girer, telefonu açar, adını söyledikten sonra karşıdan yine aynı ünlemeyi duyacağını sanır. Yumuşak bir ses hapisten çıktığını söyler, Şeker telefonu kapatır ve düşünür, yaşlıdır artık, ayaklarını sürüyerek yürür, yorgundur, yalnızdır. Az sonra kapıyı çalacaktır eşi de Şeker’in gücü kalmamıştır, bir sonraki dirilişine kadar yine ölür. İki ölüm arasındaki kayıp zamanı travmatik boşluklar olarak düşünebiliriz, Şeker yeterince dayanmıştır, kavuşmaya kuvveti kalmamıştır artık. Şenocak yıllara yayılmış belirsizliği, beklemekle geçen bir yaşamı şahane anlatmış, dört dörtlük bir öykü. “Gülayşe Yabancının Aşkı” da öyle, uçarı bir öykü. Gülayşe’nin intihar etmek için denize açılmasıyla ilgili. Anlatıcı bir varlık ama ne, kanatlı bir şey, konuşabiliyor, kuşa benziyor ama kuş değil, Gülayşe’yi kurtardıktan sonra melek olduğunu söylese de görünüşü pek hoş değil sanırım, Gülayşe bizimkini görür görmez çığlığı basıyor ve kirişi kırıyor. Ertesi sene sahile tekrar geldiğinde anlatıcıya sesleniyor, hayatını kurtaran varlığa karşı daha nazik olacak sanki. Yine çığlıklar, âşık olduğu kadının yine koşarak kaçtığını gören varlık göğe yükseliyor, her şeyi geride bırakıyor, kırık kalbi dahil. Şenocak’ın kurguladığı konular iyi, bazen deneyselliğin gerisinde kalabilse de arıza çıkmıyor. “Ad” kitaptaki en deneysel öykü herhalde, tipografik hareketlenmeler yoksa da parçalı anlatım, düşsel atmosfer, yine devlet terörü. Dikkate değer.
Buluşa yaslanan öyküler vasata çok yakın, “Gregor Samsa’nın Olağan Dışı Bir Günü”nde Gregor Samsa bir sabah tedirgin düşlerden falan filan işte, koca bir insandır yatakta. Dehşet. İnanamaz, nasıl olur, “Kafkaaaa!” diye haykırır. Ailesi gelir, hep beraber, “Gregor Kafkaaaa!” diye bağırırlar bu kez. Kısacık öykü. “İmparatorcuğun Halk Şakaları Kabul Günü” biraz daha iyi, başta uçurtması havada delik deşik edilen, kendi de delik deşik edilen çocuğu görürüz, cuntacı askerlerin katliamı. İmparator her yıl şaka günü yapmaya karar vermiştir, bu özel günde halk öldürülür ve şakaları başarılı olanlar yaşamını sürdürmeye hak kazanır. Nedir, aslında Hero‘da gördüğümüz hoş twist var bu öyküde de. Adamın biri çıkar, o güne dek görülmemiş bir şaka yapacağını söyler imparatora. İmparator güvenmez, adam üzüntüden kendini deşiverir orada. Plan tıkır tıkır işlemektedir, müntehirin arkadaşı şakayı hâlâ yapabileceklerini söyler, imparator vücuduna iplerin bağlanmasına izin verir. Diğer uç uzaklardadır, halk parmaklarının ucuyla tutar, ipi ufka doğru uzatır. Asker tetiktedir, bir şey olursa ateş! Olur ama ateş etmezler, dev bir uçurtma havalanır ve imparatoru gökyüzüne fırlatır adeta. Dengeli bir öyküdür bu, iyidir. Diğer öyküler de iyidir, hasılı Şenocak okunması gereken bir yazardır çünkü hayal gücü iyi, anlatımı da iyi. Böyle yazarların gözlerden uzak kalması üzücü.
Cevap yaz