Anlatıcı ölümünden memnundur çünkü tertemiz ölmüştür, uykusunda hık diye gitmiştir. Göklere yükseleceği güne kadar bedeninin yanında birkaç gün dolanmak zorundadır çünkü öyledir, diğer ölüler gibi kendi ölüsünün gömülüşünü izleyene dek kalacaktır burada. Çocukluğunda keçi çobanlığı yapmıştır, yetişkinliğinde çobanlığa Almanya’da devam eder, para kazanır, biriktirir, memleketinden tarla alır, ev yaptırır, vasiyet eder ki memleketine gömülsün, bedeni yabanın, gavurun ortasında kalmasın. Dayıoğluyla imtihana çekilsin de “gavurun” etmeyeceğini en yakınından görsün, son ders. Dayıoğlu önce bir güzel ağlar, ölenin çok iyi bir insan olduğunu söyler, içinden de küfreder çünkü vasiyeti yerine getirecek bir o vardır, dört günlük izni bok olacaktır. Memleketteki eşini görür bari, keyfi az buçuk yerine gelir. Ölü sık sık araya girerek açıklama yapar, düşünceleri duyabildiğini söyler, ecnebiceyi de anlamaktadır artık, ölmek iyidir bu yandan. Çinkodan bir kasaya koyarlar, uçağa yerleştirirler, yallah Türkiye’ye. Gerisi Aziz Nesin öyküsü, vites düşürücü. Gümrüğe takılır ölü, memurlar ölüden vergi alıp almayacaklarını bilmezler, yeni kanun gereği almak gereklidir çünkü alınmayacağına dair bir istisna yapılmamıştır. Amir gelir, yazılar yazar, o sıra bir iki gün geçer, rüşvet pazarlıkları bir sonuca varmaz derken nihayet cevap gelir hazretlerden, %2’lik vergi alınacaktır mutlaka. Ölü isyan eder de ölüyse niye isyan eder bilinmez, ölümün en büyük faydası ölünün geride kalan hiçbir şeyi umursamamasını sağlamak değilse ölümün ne anlamı vardır? Ben ölüysem dünya umurumda olmaz artık, ölüm de olmaz. Aksi halde niye öleyim, ölmem? “Ölmeyeceğim artık. Ölüm kurtuluş değilmiş. Ve ölüme sahip çıkmadı, çıkamadı, dirime sahip çıkamayanlar.” (s. 72) Valla ölüye sahip çıkacaklar da biraz tuzluya gelecek gibi görünüyor, ölü de üçün beşin derdine düşmesin artık. Çok alakasız ama aklıma gelmişken söylemek isterim, neresinden tutsak elimizde kalan devletimizin en işe yarayan, vızır vızır çalışan birimi bence tartışmasız Cenaze İşleri’dir. Anneannem vefat ettiği zaman imamıydı, aracıydı, mezarlığıydı derken şak şak olmuştu işler, kendimi medeniyetin bir parçasıymışım gibi hissetmiştim. İnanın geberesim gelmişti.
Kitabın sonuna konmuş birkaç yorumu araya sokayım, Fakir Baykurt’a göre “İnsan ve Toprak” öyküsünde Almanya gerçeği tıpkı Türkiye gerçeği gibi iyi kavranılmış olarak veriliyor. Veriliyor da kafa göz yara yara. Kitaptaki en uzun öykü bu, bir yere kadar on numara ilerliyor da cortluyor sonra. Karl nam kişi teknik ressamdır, ofisten bürodan bıkıp şehrin bir köşesindeki tarlasını işlemekle uğraşmaya başlar, çalışma hayatından çekilir. Domatesti, salatalıktı, bunlarla uğraşacakken bahçesinin dışında bir emmi peydah olur. Karl kendisini izleyen adama hiçbir şey sormaz, yakınlığın doğmasına izin verir. Selamlaşmaya başlarlar, gülümserler, mesafeyi korurlar, bu sırada Karl’ın bahçesindeki işlerini detaylarıyla görürüz ki toprağa yaklaşalım, insanla toprak arasındaki ilişkiyi iyice anlayalım, olacaklara şaşmayalım. Emmi giderek yaklaşır, bir gün bahçeye girer ve yakından izler, sonra birlikte çalışmaya başlarlar. Karl kitaplardan okuduğunca yapmaktadır ne yapıyorsa, emminin toprakla sezgisel bağını gördükçe şaşırır. Fideleri dikerken adamın hal ve davranış notundan etkilenir, metreyle ölçmeye çalıştığı aralıkları adamın ayakla ölçtüğünü ve iki ölçünün birbirini tuttuğunu görür, omuz omza çalışmaya başlamalarından sonra adama saygısı iyice artar. Nihayet iş güç biter, emmi ayağa kalkmaya çalıştığı sıra sendeler, Karl’ın omzuna tutunur da çekmez elini, son kez görüştüklerini söyler böylece. Gayet iyi geldik buraya, etkilendik, Bektaş’ın toprağa dair malumatını da beğendik muhtemelen, ben beğendim de sonrası ne oldu öyle, bitmesi gereken yerde bitmeyen öykü hem Karl’ın hem de emminin upuzun konuşmalarıyla uzadı da uzadı, üstelik sesleri aynı. Toprağın terbiye ettiği ruhların benzerliğinden bahsederiz de yaş farkı, Karl’ın uzattığı birayı emminin içmemesi, giyim kuşamdan ortaya çıkan kültür farkı biraz olsun farklılaştırmalıydı konuşmaları. Neyse, Karl içini döker, adama duyduğu sıcaklığı anlatır. Babasını bulmuş gibidir Karl, toprakla uğraşmanın verdiği mutlulukla birlikte baba sıcağını da hissetmiştir. Geçmişe dönüşler o âna nasıl hazır olduklarını gösterir bir yandan, Karl’ın babası İkinci Dünya Savaşı’ndan sağ çıkmıştır da ellerinin yerine bir şey koyamamıştır, bu yüzden çocuğunun ödünü koparmış, babalığının yara aldığını görmüştür. Emmi bu yarayı iyileştirir işte, yaşamın açıklarından birini doldurmuştur. Emmi anlatmaya şöyle başlıyor: “Biliyorum, güç gelecek senden ayrılmak. Kısa zamanda çok alıştım sana. Ama yaşlıyım ben, ardımda yaşanmış çok uzun yıllar var.” (s. 29) Bunlara ne gerek, niye kendilerini kötü bir öykünün kahramanlarına çeviriyor bu insanlar, esas çizgide zaten görmemiz gereken neyse gördükten sonra bir de bunların ne hissettiklerini, karşılaştıkları zamandan ayrılışlarına kadar ne düşündüklerini görmek zorundayız. Kötü, mahıv. Emminin hikâyesini de anlatıp bitireyim, memleketinden Almanya’daki oğlunun yanına gelmiştir, fazlalık olmuştur, civarda dolaşıp kederini dindirmeye çalışırken Karl’la karşılaşmıştır işte, oğlunu bulmuştur. Ben “Öf” notumu düşerim bazı yerlere, öykünün en “Öf”lük kısmı emmiden geliyor: “Çapayı toprağa gömüp, çapanın içindeki toprağı bacaklarımın arasına çektim mi, o özlü toprak ufalanıverdi mi bacaklarımın arasında, uykudaki bir kadının kokusu gelir burnuma. Hani seviştikten sonra rahatça yatar ya kadın, doygun, uyum içinde! Solukları düzenlidir, sevişmenin kösnül kokusu sinmiştir soluğuna… İşte o koku, o duygu kış başlayınca vardır toprakta.” (s. 34)
“Mangal” iyi bir öyküdür, geleceğin Bektaş’ının habercisidir adeta. Ayten ve eşi İbrahim’in Türkiye’den kurtulup Almanya’ya geldikten sonra kafaca ayrışmaları. Siyasi ve ekonomik sebeplerden ötürü geldikleri Almanya’da işçilik yaparlar, fabrikalarda bitirirler günlerini. Ayten vatanını özler, eski İbrahim’i de özler ama Türkiye’de tanıştığı devrimci, eylemci İbrahim’den eser kalmamıştır Almanya’da, bambaşka biridir artık İbrahim, sevişmesinde bir soğukluk vardır, bitenlerden ibarettir. Ayten savunma mekanizmalarını devreye sokarak önce mutlu anıları yaşar, annesi Firdes’le birlikte yaptıkları piyasalardan ettikleri muhabbetlere varır. Mangal sonradan ortaya çıkar, somut anı. Sabahın köründe uyanan Ayten için son bir sınanma lazımdır, balkona kurduğu mangalla ekmek kızartacak, şahane bir kahvaltı hazırlayıp İbrahim’le birlikte bazı ölüleri diriltmeye çalışacaktır da komşusunun şikayetiyle bütün hayalleri yıkılır. Kapıya gelen polis bir iki uyarıyla yetinir, ekmeğin yanmasına sebep olur da esas yanık İbrahim yüzündendir. Bu sığırdan hallice kardeşimiz yer sofrasına garipseyerek oturur, Ayten’e neden tuhaf davrandığını, yerde oturduklarını falan sorar. Ayten patlama noktasına ulaşır ulaşmaz yapması gerekeni yapar, İbrahim arkasından nereye gittiğini sorar. İyice bir öykü, “Çocuk Ağaç” gibi. Şirin’in üzüntüsü büyümektedir çünkü Noel yaklaşmaktadır, arkadaşlarının evlerindeki çocuk ağaçlara benzeyen bir ağacı kendi evinde de görmek ister ama babası Hıristiyan bayramını kutlamayacağını tatlılıkla söyler. Şirin bir akşam babasını bunaltır, yine de ikna edemez, ağaç alınmayacaktır. Arkadaşlarının hepsi ağaçlarını süslemiş, Noel’i beklemeye başlamıştır, Şirin’se büyük gün yaklaştıkça sıkıntıya kapılır ve bir gece bahçeye iner, herkes uyurken bahçedeki küçük ağacı süslemeye başlar. O sırada bir yıldız iner gökten, ağacın tepesine oturur, diğer yıldızlar da aşağı inip hep beraber teke zortlatması oynarlar. Sabah Şirin’in donduğunu düşünenler ansızın kendine gelen kızla birlikte sevinirler, Şirin önceki geceyi unutmamıştır. Babası da unutmamıştır, kızının arzusunu anlayınca Müslümanlığını askıya alarak hemen bir ağaç edinir. Her cümle bir satırlıktır bu öyküde, uzunca bir şiir sanki bu öykü.
Bektaş’ın ikinci öykü kitabı, yazarın gelişim seyrini gösteren iyi bir örnek.
Cevap yaz