Elli yıl önce basılmış, mesela Şenola Yayınları’ndan bir kitap, sahafta görüp alıyorum, okuyorum. Öyküler iyi, öyküler güzel, biraz daha bakınayım. Yazarın başka bir kitabı çıkmış yenilerde, dediysem on yıl önce, onu da buldum mu alıyorum. Bir öykü, iki, bir şeyler bildik. Ben bunu okudum mu ya? Üçüncüye geldim, hiçbir şey anımsatmadı, okumadım herhalde. Dördüncüde ayıyorum, kontrol etmek için kitaplığa bakıyorum da ya satmışım ya vermişim birine, denk gelemezsem üzülüyorum çünkü emin olamayacağım. Bundan eminim ama, Bektaş’ın ilk öykü kitaplarından birinde Dedemin Cenneti‘ndeki öykülerden bazıları vardı, başka kitaplarında bazıların dışında kalan diğer öyküler vardır, kısacası yazarın geçtiği yayınevi yeni edisyonla yayımlıyor öyküleri, yerler değişiyor, belki öyküler de değişiyor ki konuştuğum birkaç kişinin yorumları farklı bu konuda, kimi öyküleri değiştirdiğini söyledi, kimi hiç değiştirmediğini söyledi. Onurhan’la konuşmuştuk bunu, her baskıda öykülerin kafa göz değiştiği bir kitabı düşünelim, bir baskıda mekanlar değişiyor, başka bir baskıda karakterlerin cinsiyetleri değişiyor, bağlam da azıcık kayıyor ama olsun, mikrotonal gitarın perdeleri çıt çıt, ufak ufak nasıl değişiyorsa bu öykülerdeki ögeleri de üç beş çıt kaydıracağız, Theseus’un gemisi yine aynı gemi kalacak ama yanında eski parçalardan yapılan bir eş gemi olacak, onun yanında bir başkası, sonra bütün aynı ama farklı öyküler ayrı bir kitapta toplanacak derken önünü alamayız bunun, oynar parçalı öykülerin yönü, yüzü, altı üstü değişe değişe ilginç bir yapı ortaya çıkar da konu Bektaş’ın öyküleri. Eh, o elli yıllık kitabı ararken daha iyisini gördüm, meğer Dedemin Cenneti bende varmış, dört yıl önce okumuşum. Kapak farklı, tongaya ondan düştüm. Hatta şeydi, Bektaş’ın bir öyküsünde baliğ olmamış çocuğa dinî fal baktırılıyordu, aynı mesele Ercan y Yılmaz’ın bir öyküsünde de geçiyordu, ikisini kıyaslamış mıydım neydim ve neydi, böyle ilginç işlerden başka neler dönüyor Anadolu’da diye düşünmüştüm, sonra aklıma Zonguldak’taki çatuklar gelmişti. Kıyıya vurur da her kıyıya vurmaz, yerini bulmak lazım, bir aşağı bir yukarı yürürsünüz, bulduklarınızı yan yana dizersiniz, biçimlerinden yaşamı okumaya çalışırsınız. Küçük, büyük, düz veya eğri dal parçaları bu çatuk, geleceği öğrenmek için gereken rastgeleliğin somut hali. Bizim oralara dereyle geliyordu ihtimal, açık denizden geleni de baş üstünedir. Heykel, büst, türlü sanat formu icra eden vardı bununla, resim öğretmeni miydi neydi, Filyos’un en tuhaf dükkânıydı onunki. Sabaha karşı çıkıp toplarmış, sonra bütün gün atölyesine kapanırmış, eserlerinden bazılarını satıp bazılarını kendine saklarmış. Belgeseli vardı bir yerlerde. Oradaki son yılımda kapatmışlardı dükkânını, belediye başkanıyla politik nedenlerden papaz olunca sanatçımızın elektriğini suyunu kesmişler, bir şeyler olmuş, en son eylem yapılacaktı. Bu çatuk olayına Ertuğ Uçar’ın bir öyküsünde de rastladım, karakter fener bekçisiydi de kıyıdan topladığı parçalarla figür çatıyordu. Çatuk işte, her yere ve her şeye çatılabilir. Çatuk, deniz, dağ, orman, onca şey oranın insanını nasıl terbiye edememiş anlamazdım. Başka bir yerden mi gelmek lazımdı insanlıktan nasip almak için neydi. Balkonumda kendi kendime, “İnsanın derdi ne be kardeşim?” deyip artistik bakışlar atardım denize, sabahın körü önümden köpekleriyle avcılar geçerdi. Yaban domuzu. Bir gün okuldan eve döndüm, yanda jandarma, ambulans. Komşum tüfeğinin namlusunu ağzına sokup çekmiş tetiği, o da önümden geçerdi. Civarda intihar eden birileri vardı, denizle tepe arasına sıkışmış şehre gündüzden kömür dumanı çökerdi, tepelerin yeşili denizin mavisinden daha boğucuydu sanıyorum. Dünya, insan. Tuhaf. Ben anlamadım bu işi, kendi çapım kâfi. De konu Bektaş’ın öyküleri.
Yedi öykü var, Almanya bir yerlerden karışıyor öykülere çünkü Bektaş ömrünün önemli bir kısmını Almanya’da geçirdi, hatta orada Yüksel Pazarkaya’yla yayınevi kurdu da Türkçe metinleri Almancaya çevirip bastı, iyi etti. Bu öyküler insanımızın trajikomik hallerinden bir seçkidir, “Sık Dişini Hanım”daki Resûl Efendi’yle sokakta karşılaşabiliriz mesela. Anlatıcıyla karakolda bile kavga etmeye meyillidir Resûl, komiserin gelmesini beş saat bekleyeceklerse zaman geçirmek lazım. Neden oraya düştükleri öykünün ikinci kısmı, geçmiş. Adam çocuğu olmuyor diye ilk eşini boşayıp ikinci kez evlenmiş, onlu yaşlarının sonundaki yeni eşi hamile kalınca sevinmiştir de tam fecaat olduğu için kadının çığlıklarını umursayıp hastaneye koşturmuyor. Kuran okuyor kapının önünde, anlatıcının eşine yük oluyor. Kadın koştur koştur yardıma gitmiş, kadını doğurtmaya çalışıyor da bebek gelmiyor, hastaneye gitmeleri lazım, Resûl’den müsaade yok. En sonunda anlatıcı gidiyor eşinin peşinden, doğum o sırada gerçekleşiyor. Kız. Resûl kıyameti koparıyor, kâfirmiş yardıma gelenler, onların yüzünden bebek kız olmuş, bir sürü şey. Anlatıcı sinirlenmiş, tekme tokat girmişler birbirlerine. Karakol ondan. “Dedemin Cenneti” mal mülk kalacak diye ihtiyara katlanmanın öyküsüdür, bir de bütün mirasa konmak isteyen dayılardan mal kaçırma sanatının. Anlatıcı dedesinin kasabadaki tek manifaturacısında çalışmak istemez de ailesi zorlar, belki o dükkânı torununa bırakacak adam. Dayılar tetikte, aile tetikte, adam ölünce hafızlar, hocalar, helvalar gırla gidiyor, anlatıcının babası giden paraya yanıyor, annesi elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor ki elinden kayıp gitmesin mallar. Matrak bir mücadele, ailenin parayla imtihanı, çocuklara örnek davranışlar. “Derin Hocanın Suyu” şu fallı öykü. Kasabanın ucundaki yoksul sokaklardan biri, evler derme çatma. Anlatıcı yine çocuk, mahalleyi tanıtıyor başta. Ahmet Abi: Çarşıda büyük bir dükkânı var, zengin ve görgüsüz. Gülser: Ahmet Abi’nin kızı, daha da görgüsüz, harçlığını simitçilikten çıkaran Murat’ın getirdiği susamları ağzına tıkıp evinde daha çok susam olduğunu söylüyor bok yiyesice. Hatice Abla: Gülser’in annesi. Mahalleliyi “amele takımı” olarak gördüğü için kızının yoksul çocuklarıyla oynamasını istemiyor da Gülser’e oyun arkadaşı yok başka. El elde baş başta birbirlerini yiyorlar, geçinip gidiyorlar ama bir gün Ahmet Abi’nin evinden bir şey çalınıyor, Murat’tan biliyorlar. Kanıt yok, hemen hoca çağırıp mambo cambo yaptırıyorlar. Şöyle, hoca geliyor mesela, bir çanağa su koyuyor, ortam karanlık. Ben çocuğum, gidip bakıyorum ve suda belirecek görüntülerden hırsızın kim olduğunu anlamaya çalışıyorum. Hoca, “İyi bak evladım, dedeleri gördün mü, onların gösterdiği kişi suçludur,” diyor, ben suya bakıyorum ve kendimden başka kimseyi göremiyorum. Ben suçlu olabilirim ama beni gösteren dedeler yok, demek ki suçlu değilim ki zaten suçlu değilim. Hoca, “Söylesene oğlum, dedeler kimi gösteriyor?” diye sual ediyor, ben suya bakıp dede mede görmediğimi söylüyorum, o sıra hoca yaradanın adını haykırıp havaya sıçrıyor, yere düşüyor, benim yüzümden az daha çarpılacağımı söylüyor bekleyenlere. Annem bana kızıyor çünkü bir halt beceremedim, harçlıktan da oldum. Başka bir çocuk geliyor, anında Murat’ı gördüğünü söylüyor ve parayı alıp arazi oluyor. Yoksulun tepesine binen zenginlerden bir zengin, adilerden bir adi Ahmet Abi için güldürmeli bir sövgü.
Almanya’dan gelen mektupla kardeşini tanıyan bir şehir, şehrin kardeşine gitmek isteyen belediye başkanı ve Almanca bilmeyen ama bildiğini iddia eden gurbetçi de komik, hikâye her ne kadar buruk olsa da. Bektaş’ın diğer öyküleri de okunası, ben ikinciye okuduğum için mesudum. Dört yıl sonra üçüncüye okumak üzere…
Cevap yaz