H. G. Wells – Körler Ülkesi ve Diğer Karanlık Öyküler

Üç öykü Babil Kitaplığı serisinde yer alan Wells kitabında mevcut, onları atlıyorum. “Acemi Hayaletin Öyküsü” ilk öykü. Clive Barker’ın Kan Kitabı serisinden bir öyküde anlatıcının evine musallat olan bir varlıkla mücadelesi denk geldiğim en gerici, korkutucu olaylardan biriydi. Adam evine geliyor, varlığı bir şekilde fark ediyor ama fark etmemiş gibi yapıyor, korkusunu belli etmiyor, kurtulmak için kafasında planlar yapıyor falan, çok sağlam bir öykü o. Burada tam tersi bir durum var, Wells acemi bir hayaleti ele alıyor. Bu arada hemen hemen bütün öyküler o dönemin tipik teknikleriyle kurulmuş, ya bir el yazması var, ya olayları birebir yaşayan karakterler mevzuyu arkadaşlarına vs. anlatıyor ya da bir ortamda hikâyeyi anlatan bir karakter var, onun ağzından dinliyoruz. Neyse, bu öyküde bir karakter başından geçenleri arkadaşlarına anlatıyor. Hayaletlerin saplantılı oldukları için gitmediklerinden bahsediyor, genellikle bu yüzden hortluyorlar ama karşılaştığı hayalet pek sünepe. Bööleyerek adamı korkutmaya çalışıyor beceremiyor. Adam bulundukları mekânın saygın ve özel bir kulüp olduğunu, hiçbir hayaletin kimseyi korkutmaya hakkı olmadığını söylüyor. Bu hayalet herhangi birini korkutma amacıyla gelmemiş, dünyaya dönmenin çok kıyak bir iş olacağını söylemişler, kandırmışlar. Hayattayken de pek başarılı değilmiş zaten, kısacası mutsuzluktan ötürü saplanıp kalmış orada. Adam yardımcı olmak istemiş, birtakım büyülü el hareketleri -Masonlukla alakalı, okült bir mevzu- göstermiş, hayalet hareketleri yapınca ortadan kaybolmuş. Bu noktada anlatı bir anda dönüyor, hikâyeyi dinleyenlerin karşısında Clayton aynı hareketleri yapmaya başlıyor, bir arkadaşı karşı çıkıyor ama adam durmuyor, en sonunda ruhunu öbür tarafa göndererek cansız bir şekilde yere düşüyor. Otopsi kurulu adama inme indiğini söylüyor ama asıl mantıklı açıklama o hareketler tabii.

“Kırmızı Oda”, Stephen King’in 1408‘ine ilham kaynağı olmuş olabilir. Aynı sıralama: adam otele gelir, bütün uyarılara kulaklarını tıkar, lanetli odaya girer. Birkaç mum yakar, mumların teker teker sönmeye başladığını görünce oradan oraya koşturarak mumları yakmaya çalışır ama sönen mumlara yetişemeyecek kadar korkmaya başlar, en sonunda şöminedeki ateş de sönmeye yüz tutar, adam kapıya doğru koşar ama bir yerlere çarpar, baygın bir şekilde yere serilir. Sabah uyandığında başı sarılıdır, etrafında kendisini uyaran insanların bakışlarıyla karşılaşır. Bunlardan biri “kolu çürümüş adam”dır, anlatıcı daha odaya girmeden tiplerin garipliklerinden işkilleniriz bir güzel, odadaki olaylardan korkarız, en sonda anlatıcının odada karşılaştığı şeyi çözümlemesini okuruz. “Korku”dur karşılaştığı, mekâna girdiği andan itibaren yakasındadır. Bu meseleyle ilgili Robert E. Howard’ın bir öyküsü var, Laputa Kitap’tan çıkan bir kitabının son öyküsü, adını hatırlayamadım şimdi. Ölü bir adamla bir saat kadar aynı odada bulunmak zorunda kalan adamın kafasının yavaş yavaş karışması, hayali gerçekten ayırt edememesi ve en sonunda ölmesiyle ilgili. O öyküden daha iyisini okumadım konuyla ilgili, tabii burada gerçekten hayalet var. Çünkü mumlar sönüyor. Ya da ilk mum şans eseri söndükten sonra adamın yarattığı hava akımından ötürü diğer mumlar da sönmeye başlıyor. Ama o zaman şömine nasıl sönüyor? Nedensellik göreve.

“Güve” de oldukça başarılı bir öykü, takıntı olabilecek lanetlerle veya lanet olabilecek takıntılarla ilgili. Güveler konusunda çalışmalar yapan iki bilim insanı birbirlerine entelektüel şiddet uygulamaktalar, makalelerinde birbirlerini gömüp duruyorlar. İçlerinden biri diğerine üstünlük kuruyor en sonunda, adama söz hakkı doğuruyor ama adam sözünü söyleyemeden gribe yakalanıyor, ölüyor. Bilim insanlarının gözünde yüceliyor ansızın, kalan adam da boşluğa düşüyor, mücadele edecek bir rakibi kalmıyor geriye. Başka alanlara kaymaya çalışıyor, satranç oynuyor vs. ama bütün uğraşlarına bir tür güve musallat oluyor. Bu güve adama huzur vermemeye başlıyor, nereye gitse peşinde. Adam yavaş yavaş deliriyor, güvenin saçlarında dolandığını hissediyor, en sonunda akıl hastanesine kapatılıyor. Uysal bir ruh halindeyken güvenin bir hayalet olduğunu, yakalamaya değeceğini söylüyor. İyi öykü.

“Çalıntı Beden” de Insidious‘ın öykü hali resmen. İki yakın arkadaş zihin yoluyla iletişim kurmaya çalışıyorlar, başaramıyorlar. Sonra içlerinden biri ortadan kayboluyor, deli gibi oradan oraya koşturuyor, insanları dövüyor, camları kırıyor falan, şehri birbirine katıyor. Kafayı kırmamış olan bir medyumun yardımına başvuruyor, medyum bir kuyunun yerini söylüyor, gidip baktıklarında deliren adamın birkaç kemiği kırılmış halde kuyunun dibinde yattığını görüyorlar. Meğer o kadar odaklanmış ki kendini bedeninden fırlatmış, havada durmuş, sonra etrafında bir sürü yüz görmeye başlamış, kötü ruhlar bu adamı kovalamaya başlamışlar, o sırada biri bedenini ele geçirip o kargaşaya yol açmış falan. En sonunda adam kendi bedenine kavuşmuş, ağlayarak beklemeye başlamış. Bu da iyi bir öykü, geriyor bayağı.

“Pollock ve Porolu Adam” bir nevi “Lukundoo” çeşitlemesi, sömürgeleştirilen Afrika’nın Batılı paradigmaya ucubik gelen kodlarından doğmuş korku öykülerinden biri. İngiliz bir eleman yerli kadınlardan biriyle yatıyor, kadının eşi mekânı bastığı zaman silahını çekiyor, eşe ateş ediyor ama ıskalıyor, sonra patronundan papara yiyor ve şutlanıyor. Memleketine dönmek üzere yola çıkmadan önce eşin saldırısına uğruyor, karanlıkta buna ateş ediyorlar, çalıların arasından ok falan atıyorlar ama vuramıyorlar. Odasından yılanlar çıkmaya başlıyor, lanetin etkileri yavaş yavaş beliriyor. Adam dayanamayıp eşi öldürtüyor, katil kafayı getiriyor ama lanet sürüyor, kendisinin öldürmesi lazımdı. Sonrası bir nevi Thinner. Falcı olarak çevrilmiş ama o kadar kötü bir tercih ki orijinal adını kullanmak yeğlensin bence.

“Derinlerde” su altında yaşayan bir medeniyetle ilgili. Bilimsel bir deney kapsamında küre şeklinde bir yapı, içindeki adamla birlikte suya bırakılıyor, derinlere doğru yolculuk. Bir süre sonra yüzeye çıkması beklenen küre saatler geçtikten sonra fırlıyor, suya düşüyor. Bakıyorlar, adam baygın ve yaralanmış. Günler sonra hikâyesini anlatıyor. Su altında, derinlerde garip yaratıklar yaşıyor, insan benzeri ucubeler. Küreyi buluyorlar, kendi kentlerine götürüyorlar. Kentteki duvarlar insan kemiklerinden oluşmuş, kafatasları var her yerde. Bu topluluğun kralları var, tacı falan var. Küreye tapıyorlar bir süre, sonra şans eseri kürenin ağırlığını sağlayan zamazingo bozuluyor, bir şey oluyor, adam bu yaratıkların ellerinden kurtuluyor. Diğerlerine göre biraz üfürükten bir öykü, beğenenler Kristen Stewart’ın Underwater‘ını izleyebilir.

“Örümcekler Vadisi” yarattığı atmosfer açısından başarılı, Sis‘in daha alengirsiz versiyonu denebilir. Üç atlının bir vadide örümceklerle mücadelesi anlatılıyor. Havada uçuşmaya başlayan, sisi andıran birtakım maddelerin aslında ne olduğunu söylemeye gerek yok. Örümcekler süper taktikler geliştirmiş bu vadide, adamları bayağı bir zorluyorlar.

“Denizin Akıncıları”nın tam Innsmouth’un kalbinde geçiyormuş gibi bir havası var. Denizden gelen birtakım canlılar insanlara musallat oluyorlar, esas adamımız ellerinden zar zor kurtulduktan sonra iki kişiyi peşine takarak bir kayığa atlıyor ve yaratıkları daha yakından görmek üzere denize açılıyor. Cesarete bak. Birtakım mücadeleler, bir şeyler. “Tuhaf Orkidenin Çiçek Açışı” da yine garip bir canlı üzerine, orkidelere düşkün bir adam garip bir orkide fidesi -fide herhalde, orkidenin fidesi oluyorsa- alıyor, adamın hizmetçisi bitkiyi hiç sevmiyor, göğe uzanan pençelere benzetiyor dallarını. Neyse, bu orkide çiçek açıyor, garip bir koku yayıyor etrafına. Adam bitkinin yanına gidiyor, kokuyu içine çekince bayılıyor. Saati gelince hizmetçi çay koyuyor ama adam çayını almaya gelmeyince işkilleniyor, seraya gidip bakıyor ki bitkinin uzantıları adamın orasına burasına yapışmış, kan emiyor. Evet.

“Körler Ülkesi” en sonda, alegorik bir öykü. And Dağları civarında buzulların çökmesiyle ulaşım yolları kesilmiş bir vadide yaşayan insanların hepsi kör, dünyalarını ve dillerini bir duyuları olmadan kurmuşlar, dünyanın geri kalanından kopuklar. Bir adam dağ tırmanışı sırasında düşüyor, bu köyü buluyor. Körlerin kralı olmak istiyor ama beceremiyor, en sonunda onlardan biri olacakken kirişi kırıyor falan, güzel öykü.

Wells’in öyküleri bilimsel kurguyla fantastik kurgudan besleniyor, korkudan da besleniyor, genel olarak iyi öyküler. İthaki’nin şahane serisi daha da genişler umarım, bu türde basılacak çok metin var.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!