Bu “mekânda arıza çıktı ve insanlar toplu histeriye kapıldılar” tekniğinde ekmek çok, tepeden bir şey indiğinde üç beş karakteri merceğe alıp geri kalanları tokuşturmak öykü eder, roman eder ama iyisini bulmak zor. Ted Chiang’in bir öyküsünü hatırlıyorum, Tanrı’yla birlikte melekler, bütün o kanatlı ve kanatsız varlıklar dağın birine inmişlerdir de insanlar araçlarıyla yollara düşerler, intihar edenleri olmuştur, iyi öyküdür. Ron Currie, Jr.’ın Tanrı Öldü‘sünde mevzu malum, bağlantılı öykülerin sonuncusunda dünya postmodernler ve klasikçiler mi, ikiye ayrılmıştır, tanklarla, ağır sanayi hamleleriyle saldırır taraflar, o atmosferde insanların kurtulmak, sevdiklerine kavuşmak için yapıp ettiklerini görürüz, iyidir. Mustafa Çevikdoğan’ın öyküleri var, iyidir ama bu iki örnek kadar iyi değildir çünkü o tepeden ineni merkeze alır, olaydan tuhaflık icat etmenin dışında karakterlerin psikolojilerine geriye atar, olay örgüsünü öne çıkarır. Pek çok örnek var yani, kasabaya bir yabancının gelmesiyle ilgili taktiği yıllar yıllar önce mühim bir yazar vermiştir, hani her iyi hikâyede olduğu gibi ya bir şey olur, ya diğeri olur, formüldür. Tilmaç’ın “Esneyen Adam” metni bunların arasında en kötüsü çünkü karakterlerin yeterince derinleşmemesi, heykelle aralarındaki bağın güçlenmeden belli bir duygulanımla, davranış örüntüsüyle sınırlanması, değişimin derinliklerine inilmemesi bir, yaratıcısının üzerinde on beş yıl çalışması dışında hiçbir olayı olmayan dandik heykel iki, histerinin cılızlığı üç. Feribotla getirecekler heykeli, limanda toplanan kalabalık heyecandan ölecek neredeyse. “Meydanda kıpır kıpır bekleşiyorduk. Uzaktan görünen her feribotta kalabalık önce heyecanla dalgalanıp, uğulduyor, sonra heykelin o seferde de olmadığı anlaşılınca hayal kırıklığı bir suskunluk battaniyesi gibi örtülüyordu üzerimize.” (s. 9) Suskunluk battaniyesi? Keder maşrapasıyla yıkanıyorlar aynı zamanda, es geçmeyelim. Heykeli ilk görenlerden olabilmek için anlaşılmaz bir heyecana kapılıyormuş bekleyenler, heykelin yarattığı heyecanın anlaşılmazlığı söz konusu değil, orada gedik. Kamyon geliyor bir tane, üzerinde şirketin adı, sloganı ve internet sitesinin adresi var, niye öğreniyorsak bunları. “Mal canın yongasıdır”, meh. Şalvarlılar kucak kucak gelincik yaprağı serpiyorlar heykele, bereketi artsın. Anlatıcı İstanbul’dan kasabaya gelmiş emekli öğretmen bir kadın, Michelangelo’nun Musa Heykeli’ne benzetiyor heykeli, kültürel yaveler sıkıyor. Belediye reisi geliyor, koşturuyor tabii, heykeli açacak. “Halkın arasında yürürken havasını gören, hiyerarşik olarak kendinden üstte olup da kasabayı ziyaret eden -ki bu seçim zamanları olurdu sadece- her politikacı karşısında el pençe divan durup, yaranmaya çalışmaktan bitap düşenin o değil de bir başkası olduğunu sanırdı.” (s. 12) Bunu at gitsin, serbest dolaylı anlatıcının bağımsız bir şekilde buralara girdiği görülmüş şey değil öyküde, anlatıcının zihnine yanaşıp konuşuyorsa muallimenin bu taraklarda bezi hiç yok, fazlalık. Hikâyeyi cortlatan her şeyi atmak gerek, siyasi eleştiri göze girmemeli, budamak lazım. Evet, heykel açılıyor, halk meydanı terk ederken anlatıcı ve Deli Ayşe kalıyor bir, tutuldular. İşini gücünü aksatıyor anlatıcı, emekli maaşıyla yetiniyor ki huzur bulmaya gelmiş zaten, heykele bakmaktan başka bir şey yapmıyor. “Tek bildiğim meydana inip karşısında oturduğum saatler için yaşar hale geldiğimdi. Maaşım sade yaşantımı sürdürmeme yetiyordu. Kimin hakkımda ne düşündüğü umurumda değildi.” (s. 15) Maaş mevzusu ikinciye açılıyor, kimsenin anlatıcı hakkında bir şey düşündüğüne şahit olmuyoruz, yani doldurmalardan oluşan bu uzunca öyküyü yoğunlaştırmak, daha bir öykü kılmak çok kolayken lastik gibi çekmek, hayır. Yine var örnek, heykelin karşısındaki dükkânların sahipleri uyuyorlar sık sık, yıkım ekibi ayarlamaya çalışanlar kasabalıyı kurtaracaklar, diğer yandan heykelin şifalı olduğuna dair söylenti yayılır yayılmaz dışarıdan gelenlerin haddi hesabı yok, bu üfürmeden para bile kazanıyorlar. “Şifasının, kerametinin haberi sanki rüzgârla yayılıyordu dört bir yana. İskele meydanı adeta uykusuzların hac yerine dönmüştü. Gelenler artık birbirleriyle de ahbaplık ediyorlar, hastane, nüfus müdürlüğü, pasaport ya da emniyette ilk kez karşılaşan, işleri bittikten sonra da bir daha hiç görüşmeyecek olan insanların şaşırtıcı teklifsizliğiyle laflıyorlar, dertleşiyorlar, birbirlerini anlıyorlar, anlamıyorlar, anlamış gibi yapıyorlar, her halükârda avutuyorlar, yiyeceklerini ve hikâyelerini paylaşıyorlardı. Refakatçiliğin yükünü, çilesini birbirlerinin omuzlarından alıyorlardı.” (s. 20) Hiç düşünmeyip at, insan sıradanlıklarını kurumsal sıradanlıklara bulayıp göbeğe yığmak nesi, ne gerek ya. Hikâyenin devamında başka kolektif işler, başka histeriler, olumlu olumsuz yansımalar, ardından anlatıcıyla Ayşe’nin baş başa kalmaları ve son, aşırı kötü. Kitaptaki en iyi öykü dersek buna, eyvah.
“El” spektaküler betimlemelerle başlıyor, Nişantaşı’nın en güzel halini görüyoruz. Öğlen yağmur yağmış da dinmiş, renkleri belirginleştiren kırık sonbahar güneşi, camlardan caddelere sokaklara bilmem ne zımbırtılar dökülüyor, kaldırımlardan taşan zamazingolar poçturuyor falan filan, mekânda hapisiz artık, yani öyle böyle değiliz Nişantaşı’nda, hiç bu kadar olmamışızdır Nişantaşı’nda. “Kestane çıkmış. Dört yol ağzındaki gazete bayiinden Penguen alırken görüyorum yandaki tezgâhı. Yarılıp, altın sarısı içini dışarıya taşırmış meyveleri uzun paslı bir maşayla tersyüz ediyor yaşlı adam.” (s. 30) Bu işte, tipik bir edebî ataktır, öykü bundan geçirince mutlaka edebî edebî işler döner ortalıkta, bir sanat eseriyle hemhal olduğumuzu hatırlarız ki sanat eseriyle hemhal olduğumuzu hatırlatmamak bir sanat eserinin temel gayesi olmalıdır. Yoksa ne olur, yandaki tezgâh gider, gazete bayiinden Penguen alır. Olmaz. Anlatıcı dergiyi okumak için Cafe Nero’ya oturur, dergideki belli bir köşeden bahseder, kahve kokusunun “iyileştirici” olduğunu söyler. Beynim çöple doldu valla, bunların ne işe, ne işime yaradığını düşündüm, çıkaramadım. Anlatıcı arkadaşına gidiyor yıllar sonra, Ayşe’ye, daha zamanı var diye oturup oyalanıyor, bütün olan biten bu aslında. Bu öyküyle birlikte bir öykü daha var, “işlerin yavaş yavaş değişmesi” diyeceğim teknik için, en az iki kişinin bir mekânda geçen hikâyelerinde taraflardan biri yavaştan cozutur, diğeri olayı göstermek için oradadır, bu da iyi formüldür. Normallikten anormale geçiş, baştaki gevezelik ondan mı, öyleyse bile etkisi başka, olumsuz. Ayşe resim yapıyor ama geçirdiği bir sıkıntıdan ötürü kendi eli işlevsiz kalınca başkasının taze tutulan kesik elini kullanıyor. Eşi nörolog Ayşe’nin, bu bilgiyle yetinip bir iki yutulmaz lokmayı da gömersek tamam, inanırız. Ben ikna olmadım, eli taze tutan toz, karışım? Beyinle eli bağlamaca, nasıl? Sonu da belli öykünün aslında, yani üçüncü sınıf bir korku öyküsü değil, hikâye klişe, bir dil kalıyor geriye ki değmez. “Ciğerdendir”de o da yok, sıçasıya ciğer yiyen bir anlatıcıyla ciğerlerini tek bir gırtlaktan içeri bırakmamaya ant içmiş satıcı arasındaki tırt muhabbetten ibaret. Adamımız ciğercinin yanındaki sessiz kadının dilsiz olup olmadığını sorunca ciğerci gönülsüz başta, anlatmıyor da sonradan dökülüyor. Diyarbakır’da mı, şiddet olayı, kadın sessizliğe gömülmüş olaydan sonra, bu kadar. “Çığlık” iki kişilik dönüşüm öykülerinden yine, bu türe gereken belirsizlik, tekinsizlik, karakterin ne olduğunu tam olarak anlayamadığı olaylar eksik, muhatabın vereceği korku cılız, sırf anlatma istenci çekici kılıyor, belki. Türün en iyi örneklerini son zamanlarda Thomas Ligotti veriyor, dehşete düşersiniz öykülerini okursanız. Şimdi yine basacakmış Can, yeni kitabı geliyor, deli gibi heyecanlıyım.
Tilmaç’ı kapattım, olağanüstü bir durum gerçekleşmezse okumayı düşünmüyorum bir daha.
Cevap yaz