“Bilgilerinize Ars Longa” için yaşama sanatının diğer sanatlarla teması denebilir. Anlatıcı, sanatının kısaltılmasını veya ömrünün uzatılmasını talep ediyor, sonra ömrü hakkındaki talebine gönül vermiyor pek, uzayan bir çileden ziyade yaşamı sanata dönüştürmek Bauman’ın doyurucu yaşamla ilgili görüşlerine bağlanıyor. Sanat dallarının çekiciliğiyle harcanmış gençlikten sonra minimal estetik tek çözüm gibi görünüyor anlatıcı için, güzel bir ilk cümle örneğin, koca bir metni yazmaya çalışmaktansa biçimlenmemiş, uzamamış kurgunun özünü yaratabilmek yetmez mi? “Okur sanatçılığı” da hoş, boşluklarını doldurduğumuz bulanık metinleri okumaktansa bu metinleri tek bir film karesine çevirebilmekten bahsediyor anlatıcı, altı ve üstü çizili satırların eser olarak görülmesinden mutlu olacak. Bir yazar arayacak örneğin, yazdığı hangi sözcüklerin çizili olduğunu soracak. Şiir kâğıda dökülmeyecek, bir yaşam boyutu olarak kalacak. Cemal Süreya’nın dünyanı şiir olarak görmesiyle bir. Oruç Aruoba’nın şair ölümleriyle ilgili söylediği de bağlanır buna, şair ölünce dünyanın sadece o şair tarafından görülebilen, aktarılabilen yüzü de ölür, o görü boyutundan yoksunuzdur artık. Anlatıcı böylesi bir görüye sahip olduğundan olsa gerek, gündelik konuşmalarda tutuk, sohbeti devam ettiremiyor, aşınmış sözcüklere, duygulara ortak olamıyor. Garip lakırdılar fırlıyor zihninden, kendi dünyası paylaşılanın üzerine oturmuyor. Ne yapacak, anlatılan bir hikâyeyi dinlerken uygun atasözlerini bulacak, atalardan ödünç aldığı sözleri kullanarak orta noktayı bulmaya çalışacak. Büyük bir sanatçı değil belki, hiçbir sanat dalında formlara uygun eserler ortaya koyamayacak ama yaşamını başlı başına bir sanata dönüştürebilecek, niyeti var. Bir elmanın tadını öyle bir alacak ki başka bir elmada, başka bir insanda aynı verinin/eserin ortaya çıkması mümkün olmayacak. Kuş cıvıltıları, durgunlaşmış bir muhabbet için itici güç, belki bir senfoni orkestrası, cıvıltılara dikkat çekmek yine sanat. Şehri, doğayı, insanı dolaşıyoruz, yaşam her şeyi kuşatıyor, anlatıcı yaşamın her parçasına dokunmaya çalışıyor, duyular arasında köprüler kuruyor. Kadıköy’de yürüdüğünü düşünelim, Haydarpaşa’ya giderken sağdaki tarihî namazgâhı göstersin birilerine, rehberlik yapsın, her gün o yapının önünden geçip neyin önünden geçtiğini bilmeyen insanlara mekânın farklı bir özelliğini göstersin, anlatsın. Düşününce şimdi, insanları pek az kişinin bildiği güzelliklerden haberdar etmek bir nevi sanat sayılabilir mi, bilgi sanatı? Estetik niteliği tam yerinde, tam zamanında, tam insanına dile getirmek belirleyecek örneğin, yaşamın genişlediği hissedilecek, şehrin katmanları artacak, görülenin ötesi ortaya çıkacak. Müzik tabii, tek bir notayı tınlatmak sanatların en güzeli sayılabilir, anlatıcı piyanonun tuşuna öyle bir tuşeyle basacak ki benzersiz bir ses çıkaracak ortaya, öyle bir es verecek ki başkasının suskunluğuyla kıyaslanamayacak bir sessizlik doğacak. Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet de var, insanları intihar etmeye ikna ederse bir nevi sanat bu da. Cinayetin kendisi de sanatsal olabilir, bir suikast takımının insanları öldürdüğü ilginç bir Japon filmi geldi aklıma. Olasılıkları hesaplıyorlar, garip düzenekler kuruyorlar, ölümler tamamen şans eseriymiş gibi gözüküyor. Sekiz adımın sekizi de gerçekleştikten sonra rüzgâra bırakılan bir uçurtma elektrik tellerine takılıyor, ip metalden, oradan geçen kurbanın tekerlekli sandalyesine dokununca adam çarpılarak ölüyor. Soruşturmalık bir durum yok, kimse hiçbir şeyden şüphelenmiyor, sanat denebilir mi buna? Çiçeklere şaşırmak sanat mıdır? Tekrarlayayım yine, bir kez olsun sümbül koklamamış insan için bu bir nevi ölüm müdür, çirkinlik midir? Bir duygu şiire, bir resim anıya, bir sanat yaşama denk başka bir sanata dönüşürse anlatıcı için kâfî. İyi bir son, bazı öykülerde sonların yarattığı tamamlanmamışlık sezgisi bu öyküde yok, bunun yanında Özkan’ın anlatım tekniğinin özü de var bu öyküde, belli bir sorun/düşünce üzerinde dallanıp budaklanan yan olaylar, düşünceler, ilişkiler anlatıyı adım adım ilerletiyor, belli bir noktaya kadar getirip finale bağlanıyor. “Hayatımın Kahvaltısı”nı bu tekniğin uygulandığı iyi bir örnek olarak görebiliriz. Birkaç film karesinden bahsediliyordu ilk öyküde, bu öyküyü kısa bir filme veya pek çok parçadan oluşmuş hareketli resimlere benzetebiliriz. Masanın iki ucu, Ayfer zeytine daha yakın. Güzel bir tabloyu tamamlıyorlar, zeytin ve Ayfer. Zeytin yok, Ayfer’in ağzında, anlatıcının sitemi gecikmiyor, sanat eserini bozuyor kadın. Kahkahası kısa, anlatıcı her titreşimini biliyor, karenin detayları bariz. Pencerede bir serçe, içeriye bakıyor, görüntüleri nasıl anlatırdı? Anlatıcı uyduruveriyor hemen, serçeleşiyor, doğanın ve sevginin sırrını serçeceden okumaya çalışıyor. Ayfer’in öksüzlüğü, anlatıcının annesi, kardeşin gözünden anlatıcı, ilk karelere dönüş. Bir film sahnesini çekmek için harcanan onca saat kahvaltı masasında geçirdikleri zamanın filmleşmesini imliyor, filme dönüşseler ne kadar zamanlık çekim gerekir? Anlatıcı sonsuza kadar çekebilir, Ayfer’in yanında daha iyi biri olduğunu hissediyor, film hiç bitmesin istiyor. Anlatıcının bilincinde kahvaltı sofrası yaşamın unutulmayacak bir parçasına dönüşüyor, incelikle anlatılıyor üstelik, sevginin dinginliği satırlara sinik.
“Bir Gün Burnum Kokmaya Başladı” tam Pirandello öyküsü. Kesif bir koku, geçmek bilmiyor. Çöpler atılsa da orada, otobüste, işte, laubali çaycının muhabbetinde. Koku taşınıp duruyor, burundan geliyor çünkü. Öykünün adında görmeli miydik bunu, emin değilim pek, iyi bir isim gibi gelmedi bana. Neyse, sabun kokusu yok, tren tuvaleti kokusu yok, çocukluğun izleri de kayboluyor böylece, kokuların biçimlediği koca tarih, kişisel tarihin en önemli anları kayboluyor, üstelik Zeynep’in, anlatıcının eşinin de kokusu yok artık, yalnızlık gibi bir şey olsa gerek anlatıcının yaşadığı. Başka organların münasip duyularını irdelemek Özkan’ın kalemi bir iş, kulak sıvısının çalkantısını duymak, gözü ovuştururken ortaya çıkan renkleri görmek, bir nesneye dokununca parmak ucunun sertliğini de hassasiyetle hissedebilmek, dilin tadını almak eğer bu koku ortadan kalkmayacaksa anlatıcının sıradaki eylemleri olacak gibi gözüküyor, en sonda dilin mideye indirilmesiyle de süreç başlıyor ama çok ani, üstelik son cümleler yerine metnin geri kalanında olduğu gibi daha derin, sorgulayıcı fikirler yer alabilirmiş sanki. “Yıllardır tam da dişlerimin arasında öylece duran dilimin tadı ne güzelmiş meğer. İnsanoğlunun en büyük zenginliği kendisidir derlerdi de inanmazdım. Cahillik işte, zırcahillik.” (s. 32) Eh, yavan biraz. Öykünün tamamıyla kıyaslayınca cahillik kısmı ekşi bir tat bırakıyor zihinde.
Kitaptaki tüm öyküler çok başarılı, hepsi keyifle okunuyor, “Orospuyazı”yla bitiriyorum ben. Anlatıcının dolmakalemi kayıp, Vildan’a göre alt tarafı bir dolmakalem, aranıp taranmaya lüzum yok, zaten anlatıcıyı da bir nesneyi, eşyayı severmiş gibi seviyor Vildan, işe yaramadığı zaman atacak sanki, kalem neden umurunda olsun? Anlatıcının umurunda ama, yaşanmış anlar ortadan kaybolacak kalemi bulamazsa, aklındakileri kâğıda dökmezse onunla yazılan alışveriş listeleri, yaşanmış ve yaşanmamış anlar, hayaller uçup gidecek. Solan renklerin uçtuğu yere. Bu detay niye? Çapak mı bu? Solan renkleri farklı mürekkeplere bağlarsak değil, öbür türlü kıyafetten fırlamış iplik gibi duracak. Duranı da var, bir öyküde Ezginin Günlüğü’nün bir şarkısından küçücük bir bölüm alınmış, ahengin ebediyen kesilmesiyle ilgili öyküyü bağlayan ne var, o ânın şarkısı mıydı o? Çok küçük gedikler bunlar, öykülerin kalitesinin yanında minicikler. Neyse, kalem aranıyor, anlatıcı “piyasadaki” yazarları gömüyor, en sevdiği yazarların sahaflarda bulduğu, hemen hiç bilinmeyen kitapların yazarları olduğunu söylüyor, onlar halkın istediklerini papağan gibi tekrarlamıyorlar çünkü, orospuyazılar yazmıyorlar. Kalemdi mevzu, Vildan saklamış, çıkıyor ortaya. Anlatıcı kitaplıktan bir kitap seçiyor, bir cümle okuyor, altını çiziyor cümlenin. İlk öyküye dönüş. Öyle bir alt çizme ki epigraf haline geliyor cümle, en azından öyle olduğunu umuyorum, hoş bir oyun olurdu.
Özkan’ın anlatıyı detaylandırma biçimi pek hoş. Usul usul akan olayların yatağını göremiyorsunuz, sürekli değişiyor, yeni konular ekleniyor anlatıya, örgü bozulmuyor. Tavsiye ederim, hoş öyküler okudum, Özkan’a teşekkür ederim.
Cevap yaz