“Hikâyelerin Hikâyesi İçin Önsöz”den Stephen King de patlatır, gerçi o kitaptaki hikâyeleri doğuran fikirleri, yazım aşamalarını anlatır, Barbarosoğlu öykücülüğünün koluna girenlere teşekkür ediyor, fazlası yok, üstelik okuduğu yazarların hikâyelerini nasıl yazdıklarını anlatan bir önsöze gönül vermeyişlerinden de şikayetçi olduğunu söylemesine rağmen. Ne var, Çiğdem’e teşekkür, Nur’a teşekkür, anneye elbet teşekkür çünkü küçük yaşlardan itibaren annesine bir şeyler okumuş Barbarosoğlu, amatör bir yazar için belki en iyi disiplinmiş bu. Yanına kitap dolu bir evi, hikâye anlatan nineleri dedeleri koyabiliriz, yazmaya başlama hikâyelerinde yer alır ikisi de. Hiçbiri yoktu bende, başkasında fazlası vardır, sonuçta Barbarosoğlu’nun nasıl “başladığını” görüyoruz, ardından nasıl ilerlediğini: “Yazdığım satırları okudukça, göze göre kulağın daha affetmez olduğunu öğrendim. Kulak affetmezdi. Önüne gelen herkesin kulağını kendi hikâyelerim için esir aldım öğrencilik yıllarında. Esirlerim nanca mutlu esir olmalıydılar ki, bir araya gelinmiş bir günün ayrılığı yaklaşırken istekli istekli sorarlardı: ‘Bize okuyacağın bir şeyler yok mu?’” (s. 11) Tekniktir, hikâye anlatıcılığıdır, metinde kuvvetliyse okuru sıkı yürütür. Tabii göz vardır bir de, sese sığmayan anlam içindir, geride kalırsa köreltir öyküyü de belki öylesi makbuldür yazara göre, öylesi yeterlidir. Yetinen için. Bu öykülerle yetinebiliriz, Barbarosoğlu’nun diğer metinlerini merak ettirir ama aratmaz. “Kim Kimdir?”le açılış: anlatıcı ilkokul öğrencisiyken yılda birkaç defa Anadolu yakasına geçiyor ailesiyle birlikte, abiyle kardeşinin macera açlığı babanın hızlı yürüyüşüyle yarı açlıkta kalıyor. Karaköy’e gelince vapur, sonra ne kısa ne uzun oyun başlıyor, insanların üstünden başından, tavırlarından tahminler. Anlatıcı kadınları, abi erkekleri yorumluyor, mesela o kadın öğretmen mi, değil, sivri topuklu ayakkabılarla sınıfta nasıl olacak, gidip sormak ister anlatıcı da başına gelmiştir, abisinin bir iddiasını doğrulamak için kendi öğretmenine saçının peruk olup olmadığını sormuştur. Barbarosoğlu minicik bir damla düşürür suya, mürekkep o kadar yoğundur ki incecik yayılır, fark edilir. Sürgün edilen öğretmenin öyküsünde avaz avazdır mesela, sürüldüğü yerde de dışlanan öğretmenin yaşadıkları alenidir. “Keşke sen de başını açsaydın. Keşke sen de seni ilgilendirmeyen hiçbir şeye karışmamış olsaydın. Keşke sen de… Uzar giderdi. Her biri heykeltıraştı karşısında. Keşke diye diye bütün uzuvlarını, düşüncelerini yontmaya başlamışlardı.” (s. 50) Hikâyedeki yerini düşününce yine vurucudur ama en vurucusu doğal akışın içinde verilendir, böylesidir, peruk. Öğretmen tahmininden peruk hikâyesi çıktı, her tahminden bir hikâye çıkabilir demektir ki çıkar, abi fötr şapkalı birinin hâkim olabileceğini söyleyince cinsiyet eşitsizliğidir mesele, eve gelenler abinin zekiliğinden, ya hâkim ya paşa olacağından bahsederler de “biraz adalet kırıntısı taşıyanlar” kızı da öğretmen olarak görürler lütufmuş gibi, bayramlarda abiye harçlıklar fişeklenir, meslekler beğendirilir de kıza çok yaşamasını söylerler bir, abi ameliyat olunca ona her şey serbest bırakılır, hediyeler takdim edilir, kızın müzmin bronşitine kimse hediye getirmez. Oyun sürer, Haydarpaşa’dan trene binince biter çünkü yorulmuşlardır artık, biz de Karaköy’den kalkan vapurların bir zamanlar Haydarpaşa’ya da yanaştığını, oradan trene binip Küçükyalı’da indiğimizi hatırlarız. Ben hatırlıyorum, tamam. Haydarpaşa’nın şirketlere peşkeş çekilmediği güzel zamanlar. Not var öykünün sonunda, abi avukat olmuş, öyküyü okusa bazı şeylerin başka türlü olduğunu iddia edermiş. Biz anlatıcıyı biliriz, ona güveneceğiz veya güvenmeyeceğiz. Anlatıcıya güvenmek. Ne demekse. Kısacası çocukluk anıları, oyun üzerinden toplumsal ahval. “Mâzî Rüyâları” yine güncelle mazinin tokuşması, çoğu öyküde olduğu gibi. Hayal neydi, gerçek ne oldu, ülke o sıra neçeydi, karakterlerle toplum ne ölçüde uyuşuyordu, çatışmalar nasıl çözülüyordu veya çözülmüyordu, bunlar. Yıllar sonra dört arkadaş buluşuyorlar, beşinci Ankara’da, buluşanların eşleri televizyonun karşısında pineklerken kadınlar geçmişin muhasebesini yapıyorlar. Romanı var bunun, Koşarken Yavaşlar Gibi, Şöhret Baltaş. Çok ilginç, iki kutbun gündelik yaşam pratikleri benzer. Okumalar yazmalar, etkinlikler, tek fark öyküdeki karakterlerin hapse atılıp işkence görmemeleri, yakınlarının ortadan kaybolmamaları. Romanda devrimci kadınların mücadeleleri, devlet terörüne maruz kaldıktan sonra yaralarını saramamaları var, öyküde yokluk hikâyesi, “üstat Bediüzzaman”ın hayatını anlatan bir karakter, araya “Dosto” muhabbeti. Necip Fazıl bir toplantıda göstermiş bu kızları, yarının neslini kurtaracaklarını söylemiş. Hayal kırıklıklarının sebebi istedikleri yerlerde olmamaları gibi görünüyor, aralarında hedefe en çok yaklaşanı kadından bilim insanı olmayacağını söyleyip akademide var olmaya çalışıyor anlaşıldığı kadarıyla. “Zevklerimizle, düşüncelerimizle, ideallerimiz, bükülmez iradelerimizle entelektüel adaylarıydık. Kendimizce aday bile değil, entelektüeldik. Kaçırılmayan sanat toplantıları ve konferanslarla, sabahlara kadar süren sohbetlerimiz, birbiri arkasına dizdiğimiz kitaplarımızla entelektüelliği biz kapmayacaktık da kime bırakacaktık! O zaman entelektüel sayılmamız için, işe dedemizin şeceresinden başlanacağını bilmiyorduk.” (s. 24) Başaramamanın hikâyesi yok, başaramamak var sadece, yakınmalarda bir şey eksik. Kıyasla söylüyorum, Baltaş çok daha iyi işliyor bu olamama sorununu.
“Çekim Hataları” halkımızın maişet temini sırasında belgeselle imtihanıdır. Hülya Koçyiğit yürüyüşlü bir kadın etrafın ilgisini çeke çeke yürürken Laz Emine Teyze’nin tezgâhına gelir, çantasından kamerasını çıkarıp çekim yapmaya başlar. İngiltere’den gelmiştir, gençtir ama değildir, anlatıcı kadının yaşını aniden kırk yapar ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin kırkıncı kuruluş. Genç kız değildir, kadındır, böyle bir takla var öyküde, manasız. Laz Teyze iyidir, hoştur da Avrupalılar görecektir kayıtları, bizi daha iyi temsil edecek birilerini çekse ya kadın? Etraftakiler salça olurlar, kadının kafası karışır, hele emekten bahsettiğinde “emek olmadan yemek olmaz” sözünü hatırlattıklarında. Kavramların anlamları tutmaz birbirini, kadın “özneli mözneli” konuşur, kimse anlamaz, absürt bir durum çıkar ortaya. “Halbuki Türkiye’de yaşayan arkadaşları bir kamera ve mikrofon ile işinin çok kolay olduğunu söylemişti. Hatta artık Türkiye’nin sokaklarında mikrofon ve kameranın Freud’un Divan’ına benzer bir açılım getirdiğini iddia edenler bile çıkmıştı. Hani?” (s. 36) Emine Hanım’ın kurduğu sofraları anlatan bir öykü geliyor ardından, seçkin insanların davetle yerini alabildiği bu sofralarda beyin fırtınaları esiyor, düşünce pörtlemeleri yayılıyor meydana, Emine Hanım yarı efsanevi bir karakter olarak mahallelinin, elitlerin falan dilinden düşmüyor. Gizem çevreleniyor uzunca bir süre, gelenler gidenler, dedikodular, sofrada nelerin konuşulduğu, ardından bütün büyüyü bozuyor bir davetli, Emine Hanım’a neden milleti topladığını soruyor. Savaştan sağ kurtulmuş Emine, pirinçten peynir yapıp yiyerek hayatta kalmışlar, o cehennemden çıktıktan sonra da yemeğin yüz çeşidini hazırlayıp sofraya koyar, insanları davet eder, yedirirmiş bir güzel. Ne oluyor, gizem açığa çıkınca davetlerin sonu geliyor, Emine Hanım kayboluyor ortadan. Eh, dank bir son, düğümün göze giren açıklamalarla çözülmesi, orta karar.
Yüz dolarlık işlerin anlatıldığı iki öyküden bahsedip bitireyim, “Dağlar Kadar Katı”da altın zincirli hastabakıcılar var, hizmetliler, bilindiği gibi amirden daha amirdir bunlar, iş bitiricilikleriyle tepedekilerin eli kolu olurlar, haliyle üçü beşi cebe indirip muhtaç olanların işini yaptırabilirler. Öyküde bunlara dokundurulur, yüz papeli cebe indirmeden elini neştere atmayan doktorlar eleştirilir, bir sonraki öyküde bu doktorlar iyice eleştirilecektir. Yaşlı adamın ayağı kesilmiştir, dağlar kadar katı torun yüz papelden olduktan sonra iyice katılaşmış, adamı orada bir başına bırakmıştır, gaddarca sözlerini de duyarız. Madem bitti, Havva Abla’yı anlatayım. Üç dört yıl öncesine kadar benim çalıştığım okulda çalışırdı, herkesle arasını iyi tutmaya bakardı, bir şey istendiği zaman ikiletmeden yapardı falan, namı duyulmuş ki İlçe’ye aldılar. Sonra benim idareci olarak ilk atamam yapıldı geçen yıl, beş dakika uzaktaki yeni okuluma gittim ama hülle usulü, yani görevlendirmeyle önceki okuluma döneceğim tekrar, öyle konuşuldu da razı geldim. İyi, atandığım okulda göreve başladım, bir müddet çalıştım ama o da nesi, müdür öyleydi böyleydi diyor, bırakmıyor beni. Onun onayı olmadan gidemiyorum, bir sebepten mutlaka gitmem lazım. Bulunmak istemediğim yerde bulunmak en dehşetli işkence benim için, evlendikten kısa süre sonra bu yüzden arkama bakmadan kaçmışımdır, neyse, İlçe’ye gidip ilgili şube müdürüyle tekrar görüşmem lazım. Beklerken biri seslendi, baktım Havva Abla. Az anlattım da her şeyi biliyor tabii, “Dur,” dedi, “bir de ben konuşayım, beni sever.” Havva Abla da beni sever, deli dolu hallerime çok gülmüştür okulda, Alaplı muhabbeti de sardığı için tutmuştur beni sanıyorum. Sonuçta okul müdürü dilekçemi istedi kısa süre sonra, yallah önceki okuluma. Soğuk baklava götürdüm valla, yaşa Havva Abla. Sonuçta nedir, iyi öykücüdür Barbarosoğlu. Sadece iyi.
Cevap yaz