Faik Sabri Duran – İstanbul’dan Londra’ya Şileple Bir Yolculuk

Faik Sabri Duran’ın akademik çalışmalarından, ticari işlerinden güçlerinden uzak, yılların yorgunluğunu attığı yazılardır bunlar, yük gemisiyle çıktığı seyahatten edindiği izlenimlerdir. Yük gemisi yolculuğun önemli bir kısmını oluştursa da İngiltere’ye vardıktan sonra Mr. Smith’in arabasıyla da geziyor, Paris’te metroya da biniyor, taşıt muhtelif. Seyahatname bir yandan, gittiği yerlerin nüfusu, tarihi hakkında kısa bilgiler veriyor Duran, metni bazı yerlerde romana döndürüyor, mesela Smith’le yemyeşil tarlalardan geçerken güzellikleri anlatıyor ama o da nesi, yokuş aşağı gittikleri güzergâhta aracın hızlanmasından ürkünce dönüp Smith’e bakıyor, adamın yüzü boydan boya çaresizlik, frenler tutmuyor, tepelere doğru sürse araba yavaşlayacak ama inişi de var bunun, en sonunda çukura düşerek durabiliyorlar. Kan revan ortalık, neyse ki ağır yaralanmıyorlar, hemen tedavi, polis gelince aracın yoldan çekilmesi için pazarlık, dakikası dakikasına anlatıyor Duran. Seyahat sigortası olsun, çekici ücreti olsun, bol ayrıntı. Smith arabayı patronundan almış, yerine koyması gerek, hemen ikinci el bir araba bulmak için şehre gidiyor ki ertesi güne yetiştirebilsin, zaman bulursa Duran’ı tekrar gezdirebileceğini söyleyip özürler diliyor kaza için. O kadar kısa sürede başka araba edinebiliyor, her tür işlem tıkır tıkır yürüyor, İngiltere’de orta sınıf uçuyor resmen. O dönem. Hangi dönem, iki savaşın arası, Avrupa’nın en keyifli zamanı? Hitler eşelenmeye başlamış, Batı’yı kaygılandırmıyor değil ama siyasete pek az değiniyor Duran, yoksa Portekiz’in görkemli heykellerinden, bilmem ne saraylarından bahsettiği gibi palazlanmış diktatörünü, hadi başkanını da sıkıştırırdı araya bir yere. Refik Halid bile taşını betonunu övdükten sonra Salazar’a değinmiştir, üstü kapalı olarak diktatörlüğü destekleyerek. Duran’ın olan biteni bilmediğini söylemek zor, mesela adamın birine şehirde görülecek bir şey olup olmadığına sorduğunda adam mühim bir şey olmadığını, sonuçta uzun süredir “revolüsyon” görülmediğini söylüyor. Parantez içinde “isyan” diye belirtmiş Duran, o sözcüğün asıl anlamını elbette biliyor ama yazmaya eli gitmemiş belli ki, muhtemelen memleketindeki cereyan yüzünden de, Akşam‘da yayımlandığına göre bu yazılar, yani. “Üstü başı yırtık, perişan kıyafetli adamlar etrafımızı sararak bizden para dileniyorlar. Biz üniformalı adamların etrafını kuşatarak yol soruyoruz. Onlar bize Portekizce uzun uzun cevap veriyorlar ve mesele hallolup bitmiş sayılıyor ama biz hâlâ Royal Kahvesi’ni arıyoruz.” (s. 63) Mevzu zart diye değişiyor, şehrin nüfusudur, binasıdır, bunları allı ballı anlatırken şu perişan kıyafetli adamları manzaranın köşesine sıkıştırmak, eh, Duran anlattıklarıyla değil de anlatmamayı tercih ettikleriyle gösteriyor vaziyeti. Royal Kahvesi önemli, porselenler, Porto şarabı, bir de kitapçılardaki bir dünya Jules Verne kitabı. İnsanlar çeşit çeşit, ellerini kollarını sallayarak konuşuyorlar, Akdeniz kültürü. Kim diyordu sepet kültürünün bizden başka bir yerde olmadığını, Refik Halid miydi, Ahmet Tulgar mıydı, oysa 1930’larda Portekiz’de mevcut: “Pencerelerden başlarını uzatan, balkonlardan sarkan kadınlar ile satıcılar arasında uzun bir pazarlık başlıyor. Nihayet uyuşuldu mu, aşağı sarkıtılan sepetlerle alışveriş bitiriliyor. Galata’da, Tophane’de ve Beyoğlu’nun bazı yerlerinde aynı manzaraya her gün tesadüf edebilirsiniz.” (s. 71)

Ortadan girdik, başa dönelim, İstanbul’dan yük gemisiyle ayrılıyor Duran, Telamon Akdeniz’de oraya buraya uğraya uğraya İngiltere’ye varacak. Pire, Amsterdam, Portekiz, yanaşıp mal indiriyor, mal yükleniyor, yallah denize. Yolcu gemilerindeki uçucu ilişkileri sevmiyor Duran, oralarda insanlar trendeki yabancılar gibi bir araya gelip eğleniyorlar, sonra bir daha görüşmemek üzere ayrılıyorlarmış, yük gemilerindeyse daha derin ilişkiler kuruluyormuş ki Mr. Smith iyi bir örnektir, adamımızı İngiltere’de gezmelere götürür. Gemi yola çıktı, ilk durak Yunanistan. Yerakini’de manganez madeni varmış, çıkarılanlar doğruca Almanya’ya satılıyormuş, gemiye çuval çuval yükleniyor. Pire’de polis memuru pasaportları kontrol ettikten sonra şehirde gezebileceklerini söylüyor, İstanbul’un hangi semtinden geldiklerini soruyor güzel bir Türkçeyle, kendisi Fenerli. Pire ile Atina arasına iki katlı küçük evler yapılmış mübadiller için, uzunca bir sıra halinde uzanıyormuş bu evler de ne tür haksızlıklara yol açtığını, hangi kitapta okumuştum, yazısını da yazdım ama hatırlayamadım, gidenlerin anılarında görürüz. Mübadele sırasında göçenler gavur muamelesine maruz kalırlar zira Türk olarak görülürler, bu evler onlar için yapılmıştır ama belediye fahiş fiyatla kiralamaya kalkar, millet tenekeden evler yapar da öyle hayatta kalır. Pratikte cortlayan bir uygulama, Duran sadece duyduklarını anlatıyor doğal olarak. Girit’e gidiyor, tarihî eserlerden bahsediyor, harabelerden, Kandiye müzesinin en kıymetli eserlerini anlatıyor da hikâyelere hiç değinmiyor. Nedir, Osmanlı yönetimindeki adada köylünün biri on numara bir heykel buluyor tarlasında, yetkililere haber gidiyor ama yabancı bir subay atik davranıyor, heykelle birlikte pek çok eseri kaçırıveriyor o sıra, Osmanlı’nın gücü engellemeye yetmiyor. Kefalonya’dan sonra Sicilya’ya, ardından Cebelitarık. Kayalara su yolları açılmış, yağmur suyunun toplandığı sarnıçlardan karşılanıyor ihtiyaç, bir de ortalıkta dolanan maymunlar. Okyanusa çıktıklarında başka bir dünyaya girmiş kadar oluyorlar, deniz dengesizleşiyor, artık deniz olayları dolduruyor Duran’ın yazılarını. Sekstant, iskandil, derinliği ölçmek için kullanılan zamazingonun çıkardığı çakıl taşları ve batık gemilerden altınları çıkarmaya çalışan küçücük gemiler. İngiliz posta vapuru batmış 1922’de, on yıl sonra kaç ton altını çıkarmak için çalışmalar başlamış, sandıklar dolusu kâğıt para murdar olmuştur da altınlar para eder tabii. Sis çöküyor, her gemi sis düdüğü öttürmüyor veya sis çanı çalmıyor, bodoslamadan gümbürt eylemenin kıyısından dönüyor Duran’ın gemisi. Heyecan artınca metin hemen roman havasına bürünüyor, acaba kaza olacak mı, bir batsalar gör ki başa neler gelir, insan merak ediyor ne olduğunu. Batmıyor tabii gemi, batsa ne, kıyıdan kıyıdan gidiyor zaten. Amsterdam’a varıyorlar nihayet, Duran oralara çok daha önce de gelmiş, hayat hikâyesine bakınca görülüyor da şehirlerin değişimleri karşısında ara sıra şaşkına dönüyor. Amsterdam’da ne var, bir kere mühendislik harikası: koca demiryolu köprüsü gemi geçsin diye açılıyor, koca demir kütlesini harekete geçiren tek bir düğme, maşallah. Kanal yolculuğu üç saat sürüyor, ormanlar ve köyler güzel, yüzlerce insan nehre girmiş, kıyı boyunca bir dünya bisikletli. Şehirde de bir dünya bisikletli, araba sayısının azlığı etkileyici, Duran ülkelerdeki araba sayılarını araştırıp bulmuş da Amsterdam’da kaç bisiklet, kaç araba olduğunu söylüyor. Köprülerden geçişlerin beleş olduğunu da söylüyor, ücreti belediye karşılıyormuş. Gemiden ayrılıyor Duran, şehri dolanmaya başlıyor, zenginliğin müstemlekelerden geldiğini biliyor bari. Köy gezisi çok hoş, bir çiftliğe gidiyorlar, rehber eşliğinde gezinti. “Bu iç içe üç oda Felemenk köylüsünün refahı hakkında insana iyi bir fikir veriyor. Bu odalar hiç eksiksiz döşenmişti. Yerde halılar, büfede kıymetli çiniler, duvarlarda tablolar… Yataklardan ortada bir eser yoktu. Tercüman bu merakımızı halletti. Duvarın bir köşesinde, yük gibi bir dolabın kapısını açtı; alt gözlerin üstü, işlemeli yorganla örtülü bir karyolaydı. İşte köylülerin yatakları bunlardı!” (s. 118) Mis gibi yaşıyor insanlar, peynirleriyle meşhurlar, çok yaşasın Felemenk köylüleri ve giydikleri tahta ayakkabılar. Jackie Chan’in şu sahnesi, huayt! Felemenk’in pahalılığı dillere destanmış, Thackeray bile bir şişe biraya ne kadar para ödediğinden yakınmış, şimdiyse o kaliteye göre ucuzdur. Aslında Avrupa’daki çoğu şey ucuzdur, bir tık pahalı olsa bile çere çöpe para harcamadığınızı bilirsiniz, karşılığını alırsınız çünkü verdiğiniz paranın. Neyse, Duran’ın gezip gördükleri, yedikleri içtikleri hoştur, okumalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!