Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlardan Akçam’ın Analar ve Çocuklar‘ıyla Kanayaklar‘ındaki gerçekliğe öykülerinde rastlayamayacağız çünkü Akçam öykünün kurgu işi olduğunun farkında ama kötü, sırf hikâye anlatmak için özensizce çatılmış kurgunun öyküden neler götürdüğünün farkında değil. İlk öykülerde en azından, sonrakiler toparlıyor biraz, öyküler sahih öykülere dönüşüyor. “Şeher Tayfası” ilk öykü, Akçam yerel söyleyişi yoldan çıkarıp da İstanbul Türkçesine vardırmadığı sürece maharetle kullanıyor, hakkı tereddütsüz verilir. Bu öyküde Haydo ile Şero sığırı koyunu önlerine katıp ormana götürürler, yolda rastladıkları Ceyran’ı da kendileriyle gelmeye ikna ederler. Ceyran’ın bir tanecik ineğinin başına bir şey gelmeyeceğini temin ederler, çayırda toplanan şeher tayfasını görmeye giderler çünkü tayfa kuzu kızartır, rakı içer, bol bol döküp saçar, köylüler artıklarla bayram ederler. Şeher tayfasından kasıt kasaba eşrafı, üst düzey memurundan zengin esnafında herkes pazar günü pikniğe gelir, yiyip içer, köylülere seyir sunar. Köylüyle şehirlinin göze sokulan ikiliği, tiplemeler üzerinden ilerleyen çatışma öyküyü mahveder, örneğin şehirli karılar köçek gibi oynarlar, erkeklerle kadınlar kuytuda sevişirler, köylülere göre tam gavurluk ama onların hakkı bu, lanet olsun dünyanın düzenine falan. Akçam’ın takrir, tekrar huyu daha ilk öyküden ortaya çıkar, “şeher milletinin nezüklüğü” defalarca dile getirilir, bayar, köylülerin erdemi üstü kapalı olarak övülür. Siyaset sokuşturulmazsa olmaz, şehirliler yeni iktidarın borazancılığını yapmaya başlarlar, karşılaştıkları köylülerin öküzlüğünden, hayvan çocukluğundan yakınırlar, medeniyetten nasiplenmeyen sığırlar yüzünden memleketin ne hale geldiğinden bahsederler, ormanı köylü milletinin hayvanlarından koruyan görevliye bir güzel dövdürürler köylüleri. Adam rüşvet olarak peynir almıştır köylülerden, ormanı kullanmalarına göz yumar da yakalanmışlardır bir kere, dövmemek olmaz. Felaketler arka arkaya gelir, ineği oracıkta ölen Ceyran ağıt yakar, o sıra şehirliler müzik dinleyip şarkı söylerlerken öfkeden gözleri dönen köylüler ellerindeki aletlerle saldırıya geçerler ve müsamere biter, gözleri belertip derin bir nefes alarak sonraki öyküye geçeriz: “Tezek Payı”. İyice bir öykü, “kırk kocanın artığı” tamlaması yüz yirmi sekiz kez tekrarlanması daha iyi olacakmış. İlo’nun babasıyla çekişmesidir bu öykü, bok için. İlo’nun babası Pırho karıyla evlenince çocuklarına çektirdiği iki katına çıkar, tezeklere bile el koymaya kalkar. İlo kardeşlerinin bencilliğinden de çekmiş, ekmek kavgalarından yılmıştır, Pırho’nun fişteklemelerine dayanamaz ve Allah ne verdiyse saldırır kadına, jandarmaların önünde elleri kelepçeli gider. “Kahraman” da piyesleştiği yerler haricinde iyidir. Partinin has adamı Nihat Bey’e göre seçim bahanesiyle köylere sızan solcular müesses nizamı temelinden sarsan propagandalara başlamışlardır, önlerinin kesilmesi lazımdır, bu yüzden Çokyemez Bey -meh- vazifesi gereği köyleri sağlama bağlamak için cipiyle dolaşır, o sıra kırk elli yaşlarında bir köylüyle karşılaşır. Köyüne dek iki saatlik yolu vardır köylünün, Nihat Bey’le Çokyemez’in laflarına da karnı toktur, çat çat konuşarak adamları önce bozar, sonra sinirlendirir. Makam mevki işin içine girince köylü korkar, geri adım atarak düzenin süperliğinden bahseder, adamların keyfini yerine getirip gitmelerini sağlayınca arkalarından küfür kafir gider bu kez. Akrep gibi bir kardeş açıkçası, karanlıklar içinde sokmaz da tehdit eder. “Ölü Ekmeği”ne varabilmişsek kitabı yarım bırakmayacağız demektir, sonraki öyküler daha dengeli bir yapıya sahip. Anlatıcıyla arkadaşları kaz güdüp otlarla karın doyururken köyden boz dumanların yükseldiğini görürler, anlatıcının hasta kardeşi Ali’nin öldüğünü düşünüp içten içe sevinirler. Anlatıcı da sevinir, zaten ölümünü beklediği kardeşinin sayesinde eve getirilen ekmekten yiyebilecektir nihayet. Açlık, kıtlık pek çok öyküde karşımıza çıkar, bazen hacı hoca tayfasına gün doğurur, bazen karakterlerin olmadık işlere girişmelerine yol açar, Anadolu insanının kıtlıkla mücadelesi bitmek bilmez. Bu öykünün yan hikâyelerinden birinde durumun vahameti açığa çıkar, annesi diğer çocuklarından sakladığı bir parça ekmeği Ali’ye verir, uzaklara gidip ekmeği orada yemesini öğütler. Anlatıcı ayar, Ali’yi gizlendiği yerde bulup bir temiz döver ve ekmeği alıp kaçar. Annesi peşinden koşturur, yakalasa oğlunun kafasını kıracak belli ki. Akşam olur, annesi anlatıcının ortaya çıkması için Ali’nin durumunu, ekmeği neden gizlediğini yalvar yakar anlatır. Neyse, Ali ölür, anlatıcı ele geçirdiği ekmekleri arkadaşlarıyla paylaşmadığı için taşlanır adeta. Bakkalın kefen vermemesi de başka, anlatıcının abisi tehdit etmese kefen de gelmeyecek. Babaları ırgatlıktan döndüğünde ödeyecek borçları, dönerse. Burada bırak, değil mi, Akçam cami minaresine Bekçi Asker’i çıkarır, tebligat yaptırır adama: Tahsildar gelmiştir, “hökümetin” borcunu ödemeyenler mapusa atılacaktır. Yığmaca bu artık, Akçam sıkıştırabildiğini sıkıştırıyor, öyküye taşıyabileceğinden çok daha fazlasını yüklüyor.
“Pantol” depik gibi bir öykü. Anlatıcı ve arkadaşı İso tehlikeli ikili, tutunmaya çalışmaktan bıktıklarında. Düğün dernekte kızlar anlatıcıya gülerler çünkü anlatıcının çüçüsünü kapayacak kadar değildir giysisi, İso’nunki de o kadar değildir ama ayıp yerlerini örter en azından. Nökerlik de tutmamıştır, Hamit Ağa’ya yaranmak isteyen anlatıcı boşu boşuna koşturur, yorulur, şamarı yiyince vazgeçer. Akıllarına gelen fikri hemen hayata geçirirler. Su kenarındaki başıboş eşeklerden birini kaçırıp öldürecek, deriyi yüzüp satacaklar. Kaçırırlar, eşeğini arayan kızdan saklanırlar. “Eşeği neresinden, nasıl yüzeceğimizi pek bilemiyorduk. Bıçaklarımızı üstten alınca deriyi kesiyor, alta daldırınca etleri de birlikte yüzüyorduk. Bir yandan da korkuyorduk. Güneş tepemizden kızdırıyor, sinekler ağzımıza, burnumuza doluyordu.” (s. 66) Manzarayı kes. Eti de heba etmemeleri lazım, işe yarayacak. Kuş kadar deriyi ne edeceklerse. Tahmin edilebilir bir son. “Kiraz” da iyidir, kasabada meyvelerin iyilerini satıp kötülerini üç kuruşa elden çıkaranlar köylerde o kötü kirazların bile ederinin kaç katına satılacağını bilmezler, köylere gitmeye erinmeyenler bu kötü meyveleri alırlar, köylerde şenliklerle karşılanırlar. Parası olan gelip alır, malı olan takas yapar, hiçbir şeyi olmayan türlü oyunlarla kirazlardan tatmaya bakar. Küçük bir çocuğun hikâyesi, tatsa da yediği paparalardan meyvenin özünü bilebilir mi artık? Köyün çocuklarının çevirdiği katakulliyle evet, tabii Akçam yine taşırmasa olmaz öyküyü, satıcının açık bıraktığı radyodan “servet düşmanlığı”, “mesut”, “müreffeh” sözcükleri duyulur, mesaj kör göze parmakla verilir. Hemen ardından “Kurban” gelir, Akçam’ın yığmayıp yüzeye yaydığı meseleler, meselelerin anlatımı başka türlü şaşırtır, neden bir önceki öyküde öyleyken bu öyküde böyle, Akçam ne yapmak, nereye varmak istemektedir? Reşo’yu çağıran anası müjdeyi verir, kurban kesilecektir ve kursakları et görecektir nihayet. Yağmur durmak bilmediği için köyü su basmış, tarlaları sel almıştır, yatıra işeyen çocuklar yüzünden koptuğu düşünülen tufanı durdurmak için yetkili abilerin telkiniyle kurban kesimine karar verilir. Uzunca bir öykü bu, haberi erkenden alan köylülerin daha fazla et almak için yaptıkları cinlikler, savaş gazilerinin daha fazla et almak istemeleri, sonra bütün köyün tepeye akın etmesi ve dinî emmilerin paylarını mahvetmeleri derli toplu anlatılıyor, müthiş. Şöyle bir bölüm var, bugün yazılsa başa iş açar: “‘Allahın kullarından istediği rüşvet değil de nedir? Her zmaan oturup kalkıp kendisine yalvarmamızı, el açıp dua etmemizi ne içün ister..? Namaz kılmak, oruç tutmak da bir rüşvet değil midir? Kılma günde beş vakit namazı, her eğilip kalktıkça yalvarma kendisine… görem yıllar mı seni Cennete..!’” (s. 132) En büyük rüşvetçinin Allah olduğunu söyleyen kişiye laf da edilmez pek, herkesin gözü kesilecek kurbandadır. Herkese eşit pay verilmesini isteyenler emmilerin aslan payını alacaklarını görünce dağıtırlar ortalığı, etler murdar olur ama emmilere de gitmez. Kitaptaki en iyi öykü bu olabilir.
Akçam’ın öyküleri okunmalı da sabır ve sinir istiyor biraz, yine de iyidir.
Cevap yaz