Çok kısa öyküler. “Veda”dan: Ölüm demektir gece kelebekleri, anlatıcının annesinin söylediği. Şemsiyeli kadın geçiyor yağmurlu günlerde, güneşli havalarda geçip geçmediği belli değil, şemsiyesi annesinin, kendisi çocuksuz, parmaklarının ucuyla yürüyor, hadsizlik yaparak bittiği yerden sürdürüyorum öykücüğü: şemsiyeyi kime bırakacağını bilmiyor, mezar taşının taşıdığı isim bir zamanlar dünyaydı, bu yüzden güneşli havalar cehennem ya da anne yaşadığı sürece şemsiyesini hiç vermemiştir, yağmurda ıslanmıştır şemsiyesiz kadın, annesinin şemsiyesini taşıdığı günlerde mezar taşına baktığını hayal etmiştir. Bazı öyküler birbirine bağlı, ölümün şehre yayıldığı öyküyle bir diğeri, kestaneci hayatların üzerine hayatların kurulduğunu, ölülerin üzerine ölülerin gömüldüğünü düşünüyor, başörtüsünü çekiştiren teyzeye yaşamın tercih olduğunu söylüyor, taksiye binen kravatlı yaşama göre ölümün, ölüme göre yaşamın daha güvenilir olduğunu: babam öldüğünde ona dair ne varsa zaten havada asılı olduğunu, bedeninin tam onların bulunduğu yerde devindiğini düşünürüm, birkaç söz, bir gülüş, sigara dumanı, alınıp verilen soluk, sperm, yaşam, bir olasılıktan başka hiçbir şey olmadığımı düşünürüm, olanaklılıktan başka hiçbir şey, olağanlıktan başka. Cevabı başlıkta olan öyküş, ayva ağaçlarının bereketi kışın çok sert geçeceğinin işaretiymiş, bunu biri anlatmış ona ama kim, anlatıcının mezarlıktan beri çıkmıyormuş aklından: komşu, dost, arkadaş, saatli maarif takvimi, takvimdeki saatin anlamını düşünürken uydurulan bir şeyse, pazardaki teyze, bir gazete, bir kitap, bir mezar taşı, mezar taşlarının arkalarına yazılan saatli maarif takvimi bilgileri zira yeni moda bu taşların ardına bir şeyler yazdırmak, ölünün son sözleri veya ölüye söylenen son sözler, yaşarken söylenemeyenler, sadece ölülere söylenebilecek şeyler, ölülerin duyacağından emin olunan şeyler, yaşarken söylense ölülerin yine anlayabileceği şeyler, yanlış anlaşılmış ve tanınmış ölüleri ıskalayan şeyler. Değirmendere’deki son günde o günün ömrünün tamamı olmasını dileyen teyze, uyanır uyanmaz: hiçbir şey yapmasına gerek yok, sadece balkonda oturup dünyanın ne kadar güzel olduğunu düşünecek ve içeri girip işine gücüne dalacak. Enişte kolunu sıkıyor anlatıcının, soğuk ve küflü salon, yetmiş yaşında bir adam anlatıcının kolunu sıkıyor, ölüleri bekletmemek için hemen kıyılacak nikâh: ölümün sonsuz kıldığı evliliklerden biri olmayabilir ama yüzük parmağındaki ağırlık değişmedikten sonra, neden olmasın, ikisini birden takınca kalplerin aynı anda atması. Hayır, Nurettin Bey evde değil çünkü kısa süre önce vefat etti, arabasını çekemez çünkü kısa süre önce vefat etti, mal bırakmaya gelen aracın park edeceği yerde Nurettin Bey’in arabası, kızı veya eşi anahtarı verse de çekse anlatıcı, yaşam devam etse: el frenini arabanın eski sahibi gibi indiriyor, onun gibi çeviriyor direksiyonu, yeni sahip değil ama bir canın yankısını bedeninde duysa ve ne olduğunu hiçbir zaman anlayamasa, sadece garip bir duyguyla inse araçtan, iki saat boş boş oturduğunun farkına anahtarı bırakmak üzere yukarı çıkarken varsa. İnsanlar kendilerini merak ettikleri için mi yaşıyorlar, ölümü neden bekliyorlar: intihar eylem gerektiriyor ve yaşama dair eylemsizlik çabuklaştırıyor ölümü. İronik. Tozu çamur kılan suyun nereye gideceğini bilememesi, öylece durması: çukur için yalnızlığın sonu. Toprak hiç yalnız kalmıyor. İmam yıllar sonra gelen köylüsüne uzun zamandır müezzinlik yapmadığını söylüyor, oğluna devretmiş işi, ne ki o sabah son kez mi okuyor ezanı: oğlana son bir ders, ziyaretçiye son bir çocukluk, yaşama son bir veda, insana son sesleniş, gündüze son dostluk. İlaç kutusuna bakıp birinden daha uzun yaşayıp yaşamayacağını düşünen anlatıcı, birilerinin ölmesini isteyen anlatıcı, annesiyle babası ölünce rütbe atlayan anlatıcı: ölümü boş kalması gereken bir alanın boş kalması olarak düşününce zaten olması gerekeni yerine getiriyor ölüm, yaşamın her yeri doldurmasının aksine. Erken teşhiste öykünün sonu belli, anlatıcı neler yaşayacağını biliyor, anlatacağı hikâyelerin sonu yok ama yine de anlatacak, geç kalmışsa da, sonun çekiciliğine kapılmıyor, ürküyor ve çaresiz hissediyor, öykünün sonunu bilmeyen muhataplarına öykünün sonunu bilmediklerini söylüyor: kendi ölümümüzü bilmiyorsak sonu gerçekten kestiremiyoruz ama yakınlarımızın ölümünden biliyoruz ki ölümünü bilenler de sonu kestiremiyorlar, son diye bir düşünce oluşmuyor akıllarında, sonu gelen şeylerin zaten dayanıksız olduğunu düşünüyorlar da hayatın sonlu olduğunu kendi bedenlerinden bilmek, kendi bedenimizi diğer bedenlerin çözündüğü gibi çözüneceğini görmek mümkün değil. Rastlantı, ölen oğlu hastanenin banklarından birinde görmek, üzerindeki kıyafeti nereden aldığını bulmaya çalışmak, oğlan sanki yaşıyormuş gibi davranmak, hayal etmek neler yaptığını, neler aldığını: hangi okulları bitirdiğini, çocuk yapıp yapmadığını, en sonunda çocuğu çağırıp birlikte yatmak, çocuk neden dünyada dolanıyor ve anlatıcı neden çocuğunu izliyorsa, belki ikisi arasında fark yoktur. Başlı başına: “Seni aşkla büyüttüm, sen aşk çocuğusun, önceki yüzyılın. Baban aşçıydı, annen Yehova Şahidi, ablan defne yaprağı. Sen ardıç çocuğusun, keçiboynuzuyla beslendin, kemiklerin güçlü bu nedenle, miden hassas, ağlamazsın. Teyzelerini, dayılarını, anne babanı gömdün ve bazı defterlerini. Kuleli’nin önünde geleceğini yitirdin, girmediğin sınavları geçtin, okumadığın okulları bitirdin. Sen dua çocuğusun, seni ölüm korudu, özlem, şefkat, sabah yatağına giriveren ılık yalnızlık ve bunun gibi şeyler. Ne varsa aklında vardı, öğrendin, sakladın. Sen kıyı çocuğusun, tuz kokar kulakların. Yüzmeyi, balık tutmayı, ağaca tırmanmayı, yazmayı zamanında öğrenemedin. Seni futbol oynarken göremedim, bir kızla el ele tutuşurken, imza atarken, çocuk severken, sigara içerken, işçi olurken, işçi alırken, işten atılırken, öpüşürken, küfür ederken, bir aradayı ayrı yazarken. Gençliğini göremedim senin, sen gençliğimin çocuğusun. Otuzunu, kırkını, ellerindeki kırışıkları, belinin kalınlaşmasını, kamburunu, dirseklerinin beyazını, eskiyen sözcüklerini. Aşkı sana ben öğrettim, karşılıksızlığı, gitmeyi, yarım bırakmayı” (s. 95)
“Kimi”. Elleri cebinde kendine tutunur. Üç tutam bıyığını özenerek bırakan çocuğa güler kız, çocuk hemen tıraş bıçağı alır, tuvalet bulur, girip keser bıyığı, gelir, kız şaşkındır, bıyığı neden kestiğini sorar: nedeni sorulan hiçbir şey anlaşılacak değildir. İlk öyküde niye kestiğini soran kız vardır, ikincide yoktur, ikinci öyle bir olayın yaşanmadığıyla biter, ilki yaşandığıyla. Üsküdar mekân, bıyık değil de tüy. Bir dağ başı dükkânı veya lokantası, her neyse, birileri gelmiş de ödeme yapacaklar, kartlar uzatılıyor, kartlar çekiliyor, fatura çıkıyor, müşteri faturayı doldurmak üzere kalemi alıyor eline, yazmaya başlıyor, anlatıcı adamın yazısına bakıyor, hiç göstermediği kadar büyük bir dikkat göstererek bakıyor: dağ başına o saatte gelen insanın el yazısı dünyanın en güzel el yazısı olsa şaşırılır, anlatıcı şaşırıyor, kendi biricikliğini göstermek istese yapabileceği şey makbuzu bulutlara doğru bırakmak olurdu, kâğıt göğe yükselirken yazı güneş gibi parlamaya başlar, cennetin alfabesinin nihayet dünyaya indiğini anlardık. Bir şeylerin olmasını bekleyen ne çok insan, bu insanla ilgili ne çok kurmaca var, Cohen’ın şarkısını düşünmeden de her şey yerli yerinde ama bir düşünceye bir şarkı, bir metin, herhangi bir şey eklenince! Son olarak noter: birileri çocukluğunu satar, kimileri yalnızlığını alır, duygudan başka dünya kendi halinde dolmaktadır: minibüsler, otobüsler, arabalar, sokaklar, binalar. Yaşama dekor, herkesin başkalarının yaşamına dekor olması ne büyük cömertlik. Dünyanın en kalabalık sahnesi.
Cevap yaz