Doğan Hızlan – Anılarımda Yaşayanlar

Dizelerinden dost oldukları, yakından tanıdıkları, Hızlan’ın hafızasının önemli bir kısmını oluşturan sanatçılar var bu yazılarda. Sanatçıların ölümleri var daha doğrusu, ölümlerinin ertesinde canlanan hatıralar, kısa yaşamdöküm, metinlerin sayımı, varsa anekdot. Ölümler kronolojik  ilerliyor, Balıkçı’nınki ilk. Bodrum’u çiçeklerle donattığını biliyoruz, Hızlan’a mezar yerinden denizi, limanı görebileceğini söylemiş en son, 1973’te de İzmir’den Bodrum’a getirilip toprağa verilmiş Balıkçı. Defniyle ilgili anıları okumuştum, İsmet Kabaağaçlı Noonan anılarında bütün şehrin mezarlığa aktığını söylüyordu. Ben ders kitabında okumuştum bir öyküsünü Balıkçı’nın, ortaokulda olabilir, gündüzünü yitiren martı mıydı, öyle bir şey. Ders kitaplarında çok iyi metinler vardı bir zamanlar. Sonra neyi, Aganta Burina Burinata‘sı geldi, Ey Koca Yurt, Uluç Reis derken atanana kadar okudum sanıyorum. On iki yıl eder, on iki yıldır Balıkçı’dan hiçbir şey okumamışım, muhtemelen sınava hazırlanmanın yıpratıcılığı, eh, Gezi de vardı, o fırtınadan çıkınca geride bırakmak istedim sanırım da yine Balıkçı’ya dönmenin zamanıdır. Deniz özlendi mi vakit tamamdır. Zeyyat Selimoğlu’na gidilir oradan, Yaman Koray’a geçilir, öyle bir seyir. Karaya çıkalım Beşiktaş’tan, iki katlı evin ikinci katında bir dünya kitap, dergi. Biraz daha yukarıları, Nişantaşı’na çıkarsak Selimoğlu’nun evine varıyoruz, camdaki yüz yerinde değilse üzüntüdür çünkü Selimoğlu ölmüştür. Şimdilik kıyıda kalalım, Kabataş Lisesi’nde bir dervişle karşılaşmış Hızlan, çekingen duruşu Necatigil’in tavrıymış, meğer ki her büyük sanatçıda olduğu gibi. Bu durumda Demirtaş Ceyhun’un tezcanlılığını, babayaniliğini sanatının defosundan mı bulmalı, bence öyle yapmalı, Hızlan’ın belirttiği kadar yeti yoktur Ceyhun’da. Sanıyorum sanatını ite kaka ilerletmeye çalışan, yaşamını bu yönde biçimleyen insanın kibri sadece metinlere, metinlerden edindiği birikime dönüktür, işine bakar böyle biri, sağına soluna bakıp zaman kaybetmez. Kaçıncı baskı bilmiyorum, Ferhan Şensoy’un son röportajlarından birinde söylediklerini tekrar anlatayım: televizyondaki skeç programlarını soruyorlar, izlemediğini söylüyor, oyuncu yetiştirmekle ilgili bir şey yapıp yapmayacağını soruyorlar, yapmayacağını söylüyor. Uğraşı var adamın, oynamakla yetinmeyip yazıyor, geziyor, zaman kalmıyor başka şeylere ki çizgisini yıllar yıllar önce belirlemiş, başka bir şeyle ilgilenmez artık. Necatigil diyorduk, Hızlan gecenin geç saatinde iki laf etmeye gider, Necatigil’in zamanından çalar ama asık bir yüzle karşılaşmaz. Ne zor, dayanamayıp kapıyı açmamaya başlardım ben, zamanlı zamansız gelen insan sıkıntı. Yiğit Özgür’ün kendini mühim şahsiyetlerin yerine koyduğu bir karikatür serisi vardı eskiden, araya kendimi katıyorum ki sona bir an önce varayım, Hızlan genel değerlendirmelerin dışına pek az çıktığı için anlatacak bir şey bulmakta zorlanıyorum. Hah: “Tepebaşı’ndan aşağıya inerken soldaki kahveye baktınız mı? Tahta sandalyeleriyle, bordo renkli çay tabaklarıyla tam bir semt kahvesi… Bastığınız yerde toprak. Necatigil, kurşun kalemiyle, eski yazıyla birkaç not alıyor. Güneş garip bir bitişle sönecek. O zaman Necatigil, sapsız çantasını alıp Samatya’ya doğru gidecek. Şiir mayalanmayı bekleyecek, yeniden tıraşlanacak bir gece göbeği kesilip, altına tarih konup ‘B. Necatigil’ imzasıyla bir dergiye gönderilecek.” (s. 50) Hızlan’ın 1988’de bahsettiği bu yer benim bildiğim yerse üç dört ay önce bir öğrencim on kişiden dayak yedi orada, kahve hâlâ var ama lise talebelerinin arenasına dönüşmüş durumda, öğrencilerin toplandığını gören belediye işçileri ara sıra müdahale ediyorlar ama hemen yanlarındaki masada onca güzel şiirin yazıldığını bilmiyorlar, çocuklar şiir gibi dayaklar yiyorlar. O masa aynı masa değil gerçi, Tepebaşı da aynı Tepebaşı değil. Yürüdüğümüz sokaklarda nice sanatçı yürüdü, sayfalarda arıyoruz izlerini. Meşrutiyet Caddesi’nde bir yere yetişmek için hızlı hızlı yürüyor mu bir yazar, yüz yıl önce mi, çok az sayıda bina değiştiği için evet, onu orada görebiliriz ama hafızası olmayan mekânlarda zor. Bir iki ilginç şey: Divançe çıkmış, Kâmuran Şipal var, Ali Tanyeri ve Hızlan buluşmuşlar. “Duvançe” yazılmış bu arada, böyle birkaç hata daha var, YKY’de bu kadar hataya ilk kez rastlıyorum. Neyse, o kitaptan önce yazdıklarını inkâr ettiğini söylüyor Necatigil. Yazılanların inkârı konusunu düşünüyorum, yakınlarda bir yazarın bu kadar keskin olmasa da benzer bir açıklamasını okuduktan sonra iyice anlamamaya başladım zira bu dönemlere ayırma, reddetme ediminin kendinden bir parçayı koparıp atmaya varmasına aklım ermiyor. Biçim-içerik meselesi mesela, üslubu salınan bir sarkaç kılsak sarkacın düşen gölgesi metindir, elbet farklı noktalarda belirir ve bence iyi bir yazarın bunu hiçbir şekilde ayarlamaması gerekir, birinden birini kabul etmek gibi mekanik bir tercihe başvurmaması gerekir, başvurmuşsa bir önceki tercihini faş etmemesi, hatta hiçbir tercihini faş etmemesi gerekir. Diye o bağlamı düşünüp söyledim, yine bence böyle çatılmış bir ikilik, inceleme sırasında işe yarayabilir ama yaratımın bunu gözettiğini sanmam, bütüncüldür. Biraz da istemsiz bir şeydir sese varmak yani, bu kadar belirlenimci, indirgemeci yaklaşımları sezersem öykünün zekâsıyla oynandığından ötürü dudak büküyorum, genellikle iyi bir şey çıkmıyor oradan. Dün trende bir bükmüşüm mesela, yanımda oturan adam kulağıma eğildi, “İyi bir şey çıkmadı buradan, değil mi?” dedi. Kitabımı adama verip trenden indim, Yenikapı sahilinde oturup bir sigara yaktım, hep bunları düşündüm. Yenikapı meyhaneleri, zamanında oralara, Çiçek Pasajı’na, bilmem nerelere çok gitmişler ama ortaya çıkmayan, daha doğrusu kendi çevreleriyle yetinen yazarlar da var, Faik Baysal bunlardan biri. Fotoğraflarda hemen hiç görmeyiz, mesela merak ederim, edebiyat ortamlarına girmezler de evlerinde okuyup yazarlar mı, aileleriyle mi vakit geçirirler, Burhan Günel yüz iki selam vermeden giremediği odasında öykü mü kurar, tayfa uzaklardaki adalara bakarken Selimoğlu masasında sandalları izleyip gün düşüne mi dalar Heybeliada’da, Ceyhun ödül jürisinde yer alan ahbabını mı sıkıştırmaktadır o sıra rakı masasında, olmuştur a, fotoğraflarda olduğunu gördüğümüz şeyler olurken başka yerlerde neler neler olur. “Biliyorum, politik yürüyüşlere katılmadığı için, açıkça yargılanmadığı için, köşe yazarları ondan söz etmeyecek. Çünkü o caddelerde yürümedi, protestolarda ne kendisi ne imzası vardı. Çünkü o, aydın olarak yazmanın işlevini üstlenmişti.” (s. 77) Bilge Karasu tabii, İstanbullu ama Ankara’yı çekiştirmiyor, yazısının mekânını önemsiyor. Hızlan’a göre edebiyat yalnızlık işi, Karasu hakkını vermiştir, çok okuyup az yazmıştır, “o toz duman içinde” fark edilirse. Bir denkleme yöntemi elbet yok ama okuduklarına göre az yazmıştır Karasu, tahminimce şöyledir ki fikir olarak iyiler de yetmemiştir ona, sancılandıranları kâğıda itmek zorunda kalasıya evirip çevirmiş, kurtulamayınca yapabileceği tek şeyi yapmıştır. Vai’nin dediği işte, bazı gitaristler dünyanın en iyileridir, onları aşmak acayip zordur ama ne yaptığını anlamanın pek mümkün olmadığı gitaristler vardır ki bu dünyadan değil gibi görünürler, Holdsworth mesela. Zamanının tekil fenomeni gibi duruyor Karasu, büyük bir yalnızlıktır. Son olarak Vüs’at O. Bener: “İyi bir yazar, iyi bir insan da olunca hem edebiyatçı hem de insan yanıyla etkiler. Oğuz Atay ile Vüs’at O. Bener’in edebi ve kişisel dostluğu böyle bir kaynaşmadır. Cevat Çapan’ın tanıştırdığı Bener ile Atay’ın edebi dostluğu öylesine artmıştır ki, ilk yazılarını ilk okuttuğu Vüs’at O. Bener’dir.” (s. 204) Zonguldak’taki evimi bok basmasıyla anladım ben Bener’i, Bay Sahtegi’nin boklarıyla memuriyeti arasındaki ilişkiyi iyi bildim. İstanbul’a dönmek istiyorum ama en az iki yıl kalacağım orada, koridorumda bok var, Bener’i okuyalı dört beş yıl olmuş ama hemen aklıma geliyor o çıkışsızlık, bir ölçüde yaşamasızlık, takım elbise ve kravat, yoklama defteri, tahta, nöbet, kapkara şehir.

Portreler denebilir, anılarla karışık. Kısa değerlendirmeler. İlgilisine dikiz.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!