Ceyhun’un ödüllerle ilgili şikayetlerinden sonra, eh, eleştirdiği yollara başvurup ödül aldığını düşünebiliriz zira kötü öykülerden ödül çıkıyorsa gidip jüri üyelerini darlamasının etkisi vardır. Şermin Yaşar’ın öyküleri daha başarılıydı, öylesi düşük öyküler. Hep aynı örneği veriyorum, tekrar vereyim, Ceyhun bir gün Çiçek Pasajı’na mı, bir yere gider, edebiyatçı tayfanın içinde jürilerin gediklileri de vardır. Kulis yapar, ödülü o yıl kime vereceklerini öğrenmeye çalışır, modası geçmiş yaşlı bir yazarın adını duyar duymaz isyan eder, ne alakadır o, ödülü verecek başkası mı kalmamıştır, gerçekten kalmamıştır, en yaşlı yazara gidecektir ödül çünkü zamanı yoktur o yazarın, ölüm kapısını kırmak üzeredir, haliyle son bir saygı duruşunu hak etmektedir. Falan, böyle hikâyeler anlatıyor Ceyhun, jürilerin tarafsız olmadığından bahsediyor. 1973 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan bu kitabındaki öyküler çoktan ölmüş, onu anlatacağım, yaşlı yazarların Ceyhun’dan bu bağlamda daha genç olduklarını söyleyeceğim, acemilikleri yok en azından. Öykünün acemisi olunur, gevezesi olunur, bazen ikisi birbirine karışır da yine olur, seste duyulmamış bir tınlama varsa iyi yankılanır da Ceyhun’un, o nedir öyle. Pedagojide bir kavram vardı, birbirlerini dinlemeyen küçük çocukların karşılıklı bıdıl bıdıl konuşarak bir şeyler anlatmaları, Ceyhun’un karakterlerini biraz o çocuklara benzetiyorum, ilişkilenmenin anlamsal temelini asgari ölçüde atıyorlar da upuzun tiratları bittiğinde ilk mevzunun üzerinden yüz seksen iki mevzu geçmiş oluyor, diyalogdan ziyade kendi dertlerini anlatan efkârlı insanların şovlarını dinliyoruz. Hele “Çamasan”daki esas adamımız Çamasan’ın esir aldığı torununu düşünüyorum, çok üzülüyorum, dedesinin gelmişini geçmişini dinlemediği için arada papara yiyor da küçücük çocuk ne anlayacak Kurtuluş Savaşı’ndan, yörüklerin dağ tepe serüvenlerinden, Çukurova’nın geçmişinden, bilmem neyden, eyvahlar olsun dede her gün esir alıyorsa çocuğu. İyi anlatılsa oraların insanlarının Novecento‘su olurdu, öylesi bir zenginlik var öyküde, yazık ki biçim nanay, yığılan malzeme Çamasan’ın gevezeliğinde yerelliğin dökümünden kurtulamıyor, delinin tekini dinlediğimizi düşünsek çok şey oturur ama öyle bir numara da yok, öykü çok ciddi, bu anlatım üzerine kurulmuş. Başında Âşıkpaşaoğlu’ndan bir alıntı, Rum ülkesinde at koşturan Süleyman Şah’ın peşinden gelenlerin dağlara çekildiğine dair, Toroslar yakın tarihini o insanlarla kazandığı için manalı ama yersiz. Gerisi Çamasan’ın dağa taşa höykürmelerinden ibaret. Gerçi yüzünü seyircilere dönüp anlata anlata bir hal olan oyuncu olarak da görebiliriz kendisini. Ceyhun’un formülüdür, ortaya oturtur birini, ışıklar oturanın üzerindedir, diğerlerinin gölgeleri vardır sadece, hikâye anlatı zamanında ilerlerken karakter anlattığı zamanları çeşitlendirir, dedesinin bilmem ne kahramanlıklarını anlatırken torununun hainliğine geçer, sonra gençliğinin toplumsal çalkantılarına zıplar. Merkezden uzak noktalara fırlatılıp çekilen misina. Çamasan’ın bahsettiklerine bakıyorum, Torosların kurdu Çamasan o, “kocca” Çamasan, bir zamanların dağ gibi adamı hem tek başına helaya gidip bokunu yapamıyor artık, hem de torunun saçını koklayamıyor çünkü sallamıyor torun bu yaşlı osuruğu, ne yapsın çocuk vır vır konuşan dedeyi yahu, Çamasan te Osmanlı’nın zamanında köyden çıkmış da padişahın çok yaşaması için bağırmış, bilmem ne bölüğünde savaşmış da savaşmış, sonra köyüne dönüp ölümü beklemeye başlamış. “Eyi dinle, biz böyle bokun içinde büyümedik senin gibi oğul, anladın mı? Biz, ebe ecdat Ramazanoğlu beyinin yaylak bekçisiydik Toros’larda. Ya… Sen hâlâ dedeni, anadan doğma oturaklı san, e mi!” (s. 19) Ağaların hayvanlarını besleye besleye kendi çorak kalmış toprak bu Çamasan, oğlu Emirali kentlinin bokuyla köylünün bokunu kesiştiren suyun kenarında ev kurmasa hükümetin tekmil bokuyla müşerref olmazmış ama olmuş bir kere, geçmişin o anlı şanlı günlerini anlatmaktan başka yapacak işi yok. “Şeher yer” bütün güzelliklerden mahrum, mesela ormanlar varmış memlekette, emsalini bulmak güçmüş. Taze kesilmiş otların kokusu yokmuş artık, bok kokusu varmış. “Ulan sümüklü it, işte Çamasan deden daha bulûğa ermiş ermemişti ki, kafasına takmıştı bir kez, bu dağların ardında da ne var? Gayri tamam. Sabahın köründe kalkardım da, dağ yoncası toplardım, ot toplardım. Ulan sıpa, ot kokusu nasıldır, sen onu dahi bilmezsin Allah bilir?” (s. 21) Uzun öykü bu, Çamasan girdiği savaşları anlatırken bir anda gelinine sesleniyor, kunnayacak kadının kara bahtı ne acıymış öyle, Emirali ne hayvanmış da yetmemiş onca çocuk, yenisi yoldaymış, zaten şu Türk milletinin aklı fikri şeyindeymiş? Fakir fukaranın hayalleriyle oynayıp kendine araba alan Osman dallaması evin önünden vrın diye geçince ortalığı toza toprağa buluyormuş, Allah belasını versinmiş. Zamanında pat küt indirirlermiş öylelerini, hele o meclis yavesine gönül verenlere iyi kurulmuşlar ama bakmışlar ki çok güçlüler, kös kös köyüne dönmüş Çamasan, İkinci Abdülhamid indirilince oralarda dolanmanın lüzumu kalmamış. Adana’ya döndükten bir süre sonra yabancı askerler basmış şehri, onlarla da mücadele, sonra beylerin işi gücü derken kocamış Çamasan, çenesi kalmış bir. Öykülerin finalleri “dank” final, bunun sonunda Emirali’nin mi, birinin Almanya’ya kabul kâğıdı geliyor da ailenin bölüneceği anlaşılıyor, Çamasan’ın üzüntüsüyle noktalanıyor öykü. Adamın anlattığı mevzular dört dörtlük ama kahvedeki Hilmi Dayı gibi anlatınca olmuyor, top oynayan çocukları kıstırıp maceralarını anlatan mahalle abisi ne çaça anlatırsa anlatsın bozar ya havayı, hah.
“Çamur” gezici esnaflığa özenen bir adamın arabasıyla birlikte çamura saplanmasıyla birlikte gözlerinin önünden geçmeye başlayan hayatıyla ilgilidir, çamurun çağrıştırdıkları Kore Savaşı’ndan gecekondu mahallelerinin yollarına dek çeşitlenir, yine kişisel tarih üzerinden bir hikâye anlatılır. Adamımız fabrikadaki işini bırakıp el arabası almak üzere evden çıkacaktır ama çıkamaz, ansızın karar verir, eşine bilgi bombası atar: “‘Lan karıı, nihayet farkına varabildik bre. Meğer adam dediğin bir adamın, mutlak kendi kontuna bir işi olmalıymış bu dünyada. Irgatlıkmış, amelelikmiş, işçilikmiş?.. Elci olsan n’oluyormuş ki bana? Elciliğine dürtüyüm, emiii?..’” (s. 49) Şundan sekiz on tane garanti var, adamlar durmadan çıkışıyorlar bir şeylere durduk yere, hallerini gösteren çıkışlar yapıyorlar. Adamın eşi uyarıyor o sıra, yağmur yağacağını, çamura dikkat etmesi gerektiğini söylüyor da bizim avel yok fakirlikti, yok bilmem neydi, gömerken duymazdan geliyor, sonra devriliyor çamurun içine, bataklığa düşmüş gibi kalakalıyor öyle. Toroslar çıkıyor yine piyasaya, oranın karı hem yaman hem de İngilizler oralara gelince Almanlar ince işlere girmesinler diye yolları mı bozmuşlar ne, onların hikâyesini fişekliyor anlatıcı, adamımızın sesini atıyor bir köşeye, solo performans sergiliyor. Düet gibi bir şey, ardından sazı avel alıyor, kendi maceralarını anlatmaya başlıyor. Askerdeyken çok kötü bir komutanı varmış bunun, bulduğu her fırsatta sopadan geçirirmiş, bizimki yıldığı için Kore’ye son model bir aptal olarak ihraç edilmek istemiş. Savaşta yaşadıkları ilginç, rolünü abartmadıkça hikâyeyi doğru düzgün anlatıyor. Busan’a gitmişler, oradan yağmurun durmadan yağdığı cepheye. Karşılarında Çin gavurları var, ölesiye savaşıyorlar çünkü o komünistler insan yermiş, bebekleri çiğ çiğ, canavar gibi bir şeylermiş herhalde. Ruslar beter zaten, en iyisi Amerikalılar ki birlikte savaşıyorlar. Bir ara bakıyorlar, coniler kirişi kırmış, cepheden fırlayıp düşmanla göğüs göğse. El arabası ne oluyor, iyice batıyor o sıra, avel şanlı geçmişini anımsarken ölüme biraz daha yaklaşıyor. Sonlara doğru ortaya çıkan adam öykü için facia resmen, benim için de facia, bu yüzden kesiyorum ve Ceyhun’un kurmacalarına bir eksi daha koyuyorum.
Cevap yaz